22 Haziran 2017 Perşembe

Eşref Edib, Ali Saib ve Yaşar Kemal

28 Şubat 2015 günü aramızdan ayrılan Türk edebiyatının önemli isimlerinden Yaşar Kemal’e, pek bilinmeyen diğer adıyla Kemal Sadık Göğceli’ye, babası kendi adı olan Sadık ismini koymuştur. Kemal adını ise babasının arkadaşı ekler, nüfus kâğıdın da doğum yılı 1923 yazar, sonraları ise gerçek doğum yılı ile ilgili çelişkiye düşer.
Yıllar sonra bir gün, aile dostlarının çocukları kendisine ziyarete gelir ve gerçek doğum yılının 1926 olduğuna ikna olur. Bu durumu ve adının nasıl konduğuna dair bilgileri ise şöyle anlatır; 
“Atatürk’ün çok yakın silah arkadaşı var, benim babamın da arkadaşıdır. Benim adımı o koyuyor, Mustafa Kemal’den esinlenerek ‘M. Kemal olsun’ diyor. Onun oğlu ile benim aramda 15 gün var. Geçenlerde onun çocukları gelip beni buldular, ben de babanızın nüfus kağıdına bakın kaç yılında doğmuş dedim. Bana telefon edip 1926 dediler. İşte ona göre ben de 1926 doğumlu olmam gerekiyor.”
Osmaniye’nin Hemite köyünde dünyaya gelen Yaşar Kemal’e, Mustafa Kemal adını koyan kişi o yıllarda buralarda nam salan ve Atatürk’e yakınlığıyla da bilinen Yüzbaşı Ali Saib Ursavaş’tır. Yaşar Kemal’in babası Sadık Efendi, Ali Saib Ursavaş’ın arazilerinin bir kısmını yarıcılıkla işletiyordu. Kurtuluş Savaşı’nda, Urfa’da gösterdiği başarısından dolayı, soyadını Atatürk’ün verdiği Ali Saib Bey, Sebîlürreşad’ın yayıncısı Eşref Edib Fergan’ı da yargılayan İstiklal Mahkemesi’nin de üyelerinden birisidir. Ali Saib Ursavaş’ın Şanlıurfa’daki başarısı tartışmalıdır. Kimilerine göre Ali Saip, Urfa’ya gelip hazıra konar, burada Fransızlara karşı direnen halk zaten organize olmuştur. Yine Urfa’da katliam ve talan yaptığı da konuşulur. Ali Saib Ursavaş, Çukurova’da yaptığı zorbalıkların yanı sıra hazıra konmasıyla da anılır. 23 Nisan 1920’de açılan Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM)’ne, Urfa milletvekili olarak giren Kerkük doğumlu Ali Saib Ursavaş, 1923 ile 1927 yılları arasında o yıllarda il olan Kozan’ı TBMM’de temsil eder.
Kozan’ı mecliste temsil ettiği yıllarda, otorite boşluğunun da yaşandığı Çukurova’da bazı arazileri tapu kayıtlarında oynama yaparak üstüne geçiren Ali Saip Bey, zorla aldığı arazilerle de bilinir, kendisine arazisini satmak istemeyen köylülere işkence de yapar, falakaya da yatırır, kimini ise tekme tokat döver. Ali Saib Ursavaş, görüşlerine ters düşen kişileri Meclis’te de tekme tokat dövmesiyle de bilinir. 1923 yılının sonlarına doğru Meclis’te milletvekillerinin maaşlarının artması isteniyordu. Ali Saib Bey de zam isteyenler milletvekilleri arasında. Dönemin etkili gazetelerinden Vakit, Halk Fırkası toplantılarında tartışılan zam konusunu, Ali Saib’in fotoğrafıyla haberleştirir.
Vakit’in Ankara muhabiri Hüseyin Necati, gazetesindeki haber sonrası meclis koridorunda, maaş zammına karşı çıkan, gazeteci kökenli Giresun milletvekili Hakkı Tarık Bey’le sohbet eder. Hüseyin Necati ile Hakkı Tarık Bey’in yanına Ali Saib gelir. Hüseyin Necati’ye Vakit’teki haberden dolayı hakaret eder ve tokat atar. Hakkı Tarık Bey de Ali Saib’i tokatlar.
Bu anlarda yaşanılanlar, Meclis’in ilk tokat olayı olarak tarihindeki yerini alır. Ali Saip çok öfkelenir, açıklama yapar dönemin Tanin gazetesine; “Daha göstereceğim. Düello hakkını temin edeceğim. Bu hususta kanun teklifinde bulunacağım.” Dediğini de yapar Ali Saip, 28 Ocak 1924 tarihli Meclis oturumunda düello hakkında kanun teklifi verir. Menteşe Milletvekili Esad Bey şunu söyler;
 “Fransızlara karşı büyük hizmetler yaptınız. Lâkin bugün düello meselesinden düşüyorsun, onu aklına al da ona göre söyle. Düello ne demek böyle şey olur mu?”
Meclisin tarihinde, en tuhaf teklif olarak yerini alan bu kanun teklifi işleme konmaz. Ali Saib Bey’in tokat attığı gazeteci ise, Türkiye’nin ilk ve tek kadın Başbakanı Tansu Çiller’in babası Hüseyin Necati Çiller’dir. Kozan vilayeti küçültülerek, Adana’ya bağlı ilçe haline getirilir. Buna sebep Ali Saib Ursavaş’tır. Daha sonra Meclis’te Urfa’yı temsil eden Ali Saib Ursavaş, Atatürk’e suikast girişiminde bulundu iddiasıyla tutuklanır. Bir süre cezaevinde tutuklu kalır. Atatürk’e kendini affettirme çabaları içerisine girer, başarılı olamaz. Bazı arazileri kamulaştırılır. 1939 yılında vefat ettiğinde Çukurova’da bayram havası vardır. Şeyh Sait İsyanı’na destek verdiği, kışkırttığı suçlamalarıyla karşı karşıya kalan Eşref Edib Bey 1925 yılında İstiklal Mahkemeleri’nde yargılanmış, Sebîlürreşad’ı yayınlamamak şartıyla serbest bırakılmıştı. Eşref Edib Fergan, Ali Saib Ursavaş’ın da üyesi olduğu İstiklal Mahkemesi’nde kendisine yöneltilen hayret verici sorulara da maruz kalırken bu günlerde yaşadıklarını o güçlü hafızasına kaydetti. 1959 ve 1960 yıllarında, başka gazetecilerinde yargılandığı mahkemeyi Sebîlürreşad okurlarıyla paylaştı.
Eşref Edib Bey, Mayıs 1960 tarihli ve 309 sayılı Sebîlürreşad’da Ali Saib’ten şöyle bahseder;
“…..
Mahkeme karar verebilecek vaziyette olsa derhal beraetimize hökm eder, belki de bizi fazla yorduğundan dolayı beyanı itiraza lüzum görürdü. Fakat mahkeme müstakil değildi. Tamamile bir emir ve direktif altında hareket ediyordu. Söz Ali Saib’e geçince iş ciddiyet kesb ettiğinden gaflet etmek doğru değil. O’nun gazetecilere, bilhassa Sebîlürreşad’a karşı içinde beslediği kinin derecesini yukarda bir nebze anlattım. Bakalım şimdi bununla nasıl çarpışacağız? Reis Mazhar Müfid Bey’le nasıl olsa anlaşırız. Nitekim anlaştık. Fakat gözlerinden kan fışkıran, her gün idam hökümleri vere vere vicdanı nasırlaşan, kalbinde merhamet ve insaftan eser bulunmayan Ali Saible nasıl anlaşacağız? Hiç de zan etmem ki kolay olsun. Şerrinden, gadabından, hunharlığından Allaha sığındım.Mütevekkilen alellah, komiserin doldurduğu su bardağını yanıma alarak suallerine intiraz ettim. İlk suali şu oldu; - Eşref Edib Bey, Sebîlürreşad’ın manası doğru yol demektir, değil mi?
-Evet efendim…
-Refik Halidin Halebde çıkardığı Doğru Yol gibi midir?
Daha söze başlar başlamaz münasebetsizlik. Sebîlürreşad ile Refik Halidin Halebde çıkardığı Doğru Yol arasında ne münasebet var? Bu manâsız sual canımı sıktı.
-Biz Refik Halid, Mefik Halid bilmiyoruz, efendim.
-Yani gazeteniz her şeyi doğru mu yazardı?
-Biz yazdıklarımızın doğru olduğu kanaatındayız.
-Ben gazetenizi tamamile görmedim. Fakat bazı makalelerinizde Şeyh Said’in ifadatını teyid ediyorsunuz.
…..”
Üstad Eşref Edib Bey o mahkeme günlerini böyle anlatmış. Yalnız dikkat ederseniz Ali Saib, Sebîlürreşad’ı bilmediğinden bahsetmekte.
Bu ne kadar doğrudur?Kurtuluş Savaşı’nda, Millî Mücadele yıllarında Anadolu’nun, askerin, milletin yanında olan Sebîlürreşad’ı bilmemesi mümkün müdür? Ali Saib, yukarıdaki sorulardan başka, mantığa uygun olmayan bir çok soru yöneltir. Gayesi belli, bir şekilde gazetecileri idam sehpasına yollama arzusundadır. Ali Saib’in karakteri, incelediğinizde göreceksiniz; Yaşar Kemal’in eserlerinde karşınıza çıkar.
Acı olan şudur ki; Ali Saib Ursavaş adı Şanlıurfa’da bir okulda hâlâ yaşamaktadır. Şeyh Sait meselesine gelince, Ali Saib der ki; “gazetelerden etkilenerek isyan ettiğini söylersen kurtulursun.”
Böyle der ama, asıl planı yinede idam sehpasına yollamaktır.
MEHMET POYRAZ
Sebîlürreşad Mecmuası, Mart 2017 Sayı: 1014

Mir Said Sultan Galiyev

İşçi sınıfı, birkaç kişinin önderliğinde Rusya steplerinde adım adım devrime doğru giderken bu 
topraklarda ki Müslüman halkları unutmadılar. Rusya Müslümanları inançlarını daha iyi yaşamak için Bolşeviklere yardım etmişlerdir.


1900’lü yılların başında gelişen sanayi üretimi işçi sınıfının doğmasına neden olurken, beraberinde bu sektörde çalışanların ülke yönetiminde söz sahibi olmak istemeleri sosyalist düşüncenin önünü hızla açmıştır. Önce Batı’da filizlenen, komünizmde diyebileceğimiz işçi ağırlıklı yönetim biçimi düşüncesi dünyadaki mavi yakalılar arasında hızla yayılırken sloganları da çoğunlukla şu şekildeydi; “üreten biz, yönetende biz olacağız.” Rusya Çarlığında rejim değişikliği isteyenler ezilen işçi sınıfını dayanak göstermekteydi. 

Doğru dürüst haklarını alamayan, toplumunda en alt tabakasında yer alan bu işçi sınıfı birkaç kişinin önderliğinde Rusya steplerinde adım adım devrime doğru giderken bu topraklarda ki Müslüman halkları unutmadılar. Zira, Rusya Müslümanları da ezilen sınıf arasında yer almaktaydı. Rusya’nın Bolşevikleri, başta Lenin olmak üzere bölgelerindeki Kızıl devrimde buralardaki Müslüman halkları bir şekilde kullanmışlardır. 

Rusya Müslümanları arasında Bakü’de yaşayanları saymazsak işçi sınıfı pek yoktu. Bakü’dekiler ise petrol işçileriydi. İşçi sınıfı olmayan Müslümanlar, Rusça çoğulculuk anlamına gelen Bolşevik devrime nasıl katkı sağlayabilirdi? Elbette buradaki Müslümanlarda ezilen halklar arasındaydı. Çarlık Rusyası, Tatar Müslümanları çoğunlukta olmak üzere bu insanları eziyor, horluyordu. Daha da ileri giderek din devşirmesi de gerçekleştirdiler. Yani, o yıllarda birçok Müslüman zorla Hristiyanlaştırıldı. Bugün bile birçok Hristiyan Tatar geçmişte Müslüman olduğunu ifade etmektedir.

Rusya’daki Hristiyan işçi sınıfı emeğini öne sürerek Bolşevik devrime katkı sunarken, Müslümanlarda dinini daha rahat yaşamak için sosyalist saflarda yer almıştır. Lenin bu Müslümanlara devrim sonrası dinlerini daha iyi yaşayacakları vaadinde bulunmuştur. Sosyalist taraflarda Müslümanların yer alması Lenin’in sayesinde olmamıştır. 

Türk ve Müslüman Tatar Mir Said Sultan Galiyev’in gayretleriyle Müslümanlar Bolşevik devrime yardım etmiştir. Binlerce kişilik Müslüman Kızılordu’ya komutanlıkta yapan Galiyev, yine bir Türk’ün komutasında ve devrim karşıtı Çar yanlısı Beyazordu’ya karşı da savaşmıştır. Beyazordu’nun komutanı ise Rus tarihinin ünlü isimlerinden Türk asıllı Amiral Kolçak’tır. Stalin tarafından hazin bir şekilde kurşuna dizilen Galiyev hakkında Türkiye’den bir çok isim yazılar yazmış ve bazı düşünceler sunmuştur.

İslamcı – Sosyalist, Turancı – Sosyalist, Türkçü – Sosyalist gibi yakıştırmalarda yapılan Galiyev esasında İslamcıydı. Rusya Müslümanlarının ne zorluk yaşadığını çok iyi bilen Galiyev bir dönem gazetecilikte yapmıştır. Gazeteciliğinde Müslüman halklar hep ön planda olmuştur. Türkiye’de Galiyev hakkında ilk yazılar Attila İlhan tarafından kaleme alınmıştır. 
“Avrasya’da Dolaşan Hayalet” isimli Galiyev’in biyografi kitabına da imzan atan ve hakkında şiirlerde yazan Attila İlhan; 
...

galiyef yoldaş ne olacak
galiyef yoldaş sibirya sürgünü
elinde bir mektup eski yazıyla
artık yüzünü bile unuttuğu
karısından
burnunda sadece kokusu var
ilkbahar kadar müşfik
sonbahar kadar yumuşak
galiyef yoldaş ne olacak
avrasyada hala mazlumların uğultusu
kısa bozkır atlarının nallarından
gizli kıvılcımlar ki etrafa saçılıyor
azadlık mermileridir
çekirdekleri çelik
cehennem gibi sıcak
...
13 Temmuz 1892 tarihinde, Başkurdistan’nın Elimbetova isimli köyünde öğretmen bir babanın çocuğu olarak dünyaya gelen, Lenin’in ölümünden sonra düşünceleri tehlikeli bulunan ve 28 Ocak 1940 tarihinde kurucuları arasında yer aldığı Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB)’nin o dönemki yöneticisi Stalin’in emriyle kurşuna dizilen Mir Said Sultan Galiyev hakkında Attila İlhan dışında biyografi kitabı yazanlarda oldu.

Halit Kakınç tarafından önce doktora tezi olarak yazılmaya başlanan daha sonra kitap haline getirilen “Sultan Galiyev ve Milli Komünizm” hakkında Prof. Dr. Toktamış Ateş şöyle yazar; 
“…Sultan Galiyev, içinde yaşadığı dönemin tüm fırtınalarına göğüs geren ve inancıyla, sezgileriyle, ruhuyla ve cismiyle katıldığı bir kavgada, oradan oraya savrulan bir siyasetçi ve bilim insanı. Yaşadığı çağda böylesine önemli işlevler üslenen ve daha sonraki dönemlerde de, hakkında çok çalışmalar yapılan böyle bir kişinin, Türkiye’de pek bilinmemesi ve bilenlerin önemli bir bölümünün, Komünistliğini ihmal ederek, Türkçülük yanını ön plana çıkarmaları, çok ilginçtir. Türkiye’de solcu olmak; uzun dönemlerde, vatansızlık, ulusal duygulardan yoksun olmak vb. gibi tanımlandı ve tanıtılmaya çabalandı...”
Yaklaşık 2 yıl önce “Müslümanları unutmayın” başlıklı yazısında Soner Yalçın şu ifadeleri kullanır; 
“...Tev­hid di­ni, şirk di­ni­ne dö­nüş­tü­rül­dü. Ama bu­na ye­nik düş­me­yen­ler de ol­du. Ör­ne­ğin… Dün; “İt­ti­had- ı İs­la­m” di­yen Na­mık Ke­mal gi­bi Jön Türk­ler de var­dı. Dün; Sal­ta­na­tın göl­ge­sin­de­ki ge­le­nek­çi Müs­lü­man­la­ra kar­şı çı­kıp Kur­tu­luş Sa­va­şı için Ana­do­lu yol­la­rı­na dü­şe­ni Meh­met Akif gi­bi ay­dın Müs­lü­man­lar da var­dı. Bugün de milliyetçiler, halkçılar, sosyalistler ve “adil düzen” savunucusu Müslümanların katılacağı –Sultan Galiyev’in yaptığı gibi- yeni bir “Doğu Halkları” ittifakına ihtiyaç vardır…”
Nihat Genç Galiyevizm’i tanımlıyor;
“...doğulu halklar, Amerika, Avrupa ve Rus emperyalizminden korunmak için kendi konfederasyonlarını, sosyalizmlerini kurmak zorundadır!..Bunu tamamlayan görüş şudur: sanayi devrimini yaşamamış doğulu türk, fars, arap, müslüman halklar, milli ve islami değerleri korunarak sömürgeler enternasyonalizmini kurmalıdır!...”
Son olarak Emre Kongar Galiyev hakkında der ki; 
“…Bilindiği gibi Sultan Galiyev komünizm ile Müslümanlık ve Türklük arasında bir sentez arayan, Orta Asya’daki Türk topluluklarını birleştirerek, komünist bir Türkistan devleti kurmak isteyen, bu anlamda “Türkçü ve Müslüman bir komünizm” akımını savunan liderdi.”

Sovyet devriminden kısa bir süre sonra, 1928 yılında Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin dağılacağını ön gören Galiyev; 
“Bugün, SSCB adı altında yeniden kurulmuş olan eski Rusya, uzun ömürlü değildir. Geçici ve muvakkat bir şeydir. Bu durum ölmekte olan birinin son nefesi, son çırpınışlarıdır. Rusya dağılacaktır…”
Sultan Galiyev; Turancı Komünist değildi, Mazlum Doğu Halkları’nın savunucusu İslamcı Sosyalistti. İslamcı Sosyalizm ‘Halk Sosyalistliği’ne eş değerdir. Halk sosyalistliği ise dinsiz olmaz. Bu bağlamda şunu söylemekte fayda var, her sosyalizm dinsizlik değildir. Sosyalizm maddi gelirde eşitlik değildir sadece, dini yaşamda da özgürlük ve eşitliktir. Rusya Müslümanları 100 yıl önce dinlerini özgürce yaşamak için bedel ödediler, Lenin’e ve Bolşevik Devrime yardım ettiler. Sonrada Stalin tarafından perişan edildiler. Dinsiz devletin ömrü kısa olur.
MEHMET POYRAZ

Sebîlürreşad Dergisi, Sayı: 1013, Ocak 2017

Tolstoy İslamiyeti seçti mi?

Zengin bir ailenin çocuğu olarak, Rusya’nın Tula şehrinde 9 Eylül 1828 tarihinde doğan dünyaca ünlü edebiyatçı Tolstoy’un 82 yıllık ömrü trajik biçimde bir tren istasyonunda 20 Kasım 1910’da son buldu. Günümüzde de hâlâ ayakta durmaya devam eden Yasnaya Polyana isimli bir konakta doğan, ailesinden habersiz düştüğü bunalım sonrası ve nereye gideceğini tam olarak bilemeden çıktığı tren yolculuğu esnasında yaşamını yitirenLev Nikolayeviç Tolstoy geride destansı eserlerinin yanı sıra, dini inancı yönünde soru işaretleri de bıraktı. 
Hayatı boyunca gelir eşitliğini, insanoğlunun yaşam standardını sorgulayan Tolstoy, doğuştan doğal olarak mensubu olduğu Hristiyan dinine karşı eleştirileri ile de bilinmekte. Fakir köylülerin yaşantısına çok üzülen Tolstoy tüm servetini bu insanlara bağışlarken, Hristiyanlığın adaletli bir din olmadığını savunmuş hatta bu yüzden kilise tarafından aforoz edilmiştir. 2016 yılında Rusya’da yapılan en sevilen yazar anketinde Dostoyevski ile beraber birinciliği de paylaşan, İslam dinine sıcak ve gayet olumlu bakan Tolstoy’un;
“Muhammed her zaman Evangelizmin (Hıristiyanların) üstüne çıkıyor. O insanı Allah saymıyor ve kendini de Allah ile bir tutmuyor. Müslümanların Allah’tan başka ilahı yoktur ve Muhammed O’nun peygamberidir. Burada hiçbir muamma ve sır yoktur”, şeklindeki yorumu  da hayli önem arz etmektedir. Bu söyleminden İslamiyeti tercih edip etmediğini; 1909 yılında yayımladığı risaleden, Allah’a olan inancından, Hristiyan dinine karşı aldığı tavırdan ve Rus aydınlarının kaleme aldıkları kendisi hakkındaki yorumlardan tahmin etmek mümkün. Önemli bir kesim Tolstoy’un İslamiyeti seçtiği yönünde hemfikir. Hatta, evini terk edip çıktığı yolculukta tren istasyonunda zatürreden yaşamını yitiren Tolstoy’un İslam dinine uygun şekilde defin edildiği de rivayet edilmekte.
Rusça“Hz. Muhammed’in Kuran’a girmemiş hadisleri”, Türkçesi ise yakın tarihlerde  “Hz.Muhammed” adıyla yayınlanan kitabını, 1908 yılında Hindistanlı Alim Abdullah El Sühreverdi’nin “Hz. Muhammed’in Hadisleri” adlı risalesini okumasından sonra yazmaya karar veren Tolstoy’un bu eseri, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB), günümüzde ise Rusya Federasyonu’nun başkenti Moskova’da ölümünden yıllar sonra tekrar basılmak istense de, sansür kurulunun engeline takılıyor. Bir süre sonra, kitabın kendisi de yok oluyor.
1990’larda Sovyetler Birliği’nin dağılmasından ardından tekrar gündeme gelen bu kitap; önce Azerice, sonra Türkçe olarak yayınlandı. Lev Nikolayeviç Tolstoy, günümüzde olduğu gibi o yıllarda da hayli ünlü ve ilgi gören bir yazardı, aydındı. İlk olarak 1909 yılında Çarlık Rusya’sında yayınlanan bu kitap fazla gündeme getirilmedi. O yıllar, sosyalist düşüncenin ülkede tohumlarını attığı yıllardı. Kiliseden umudu kesen halk yeni bir arayışta idi, sosyalist düşünce ile tanıştırıldı. Şayet Tolstoy, bu eserini biraz daha erken kaleme almış olsaydı ülkede İslam adına önemli gelişmeler yaşanacaktı ve büyük bir nüfusun İslamiyeti seçmesi olasılıktı.
Kaos ortamında yazıldığından ilk önce fazla dikkat çekmedi.Sovyetler Birliği’nde halk en çok ülkenin liderlerinden Stalin’den çok çekmiştir. Stalin’in döneminde halk dinden soğutulmak istenmiştir. Yine bu dönemde Tolstoy’un risalesi tekrar gündeme gelsede, başarılı olunamıyor. Ölümünün 116.yıl dönümüne denk gelen bugünlerde hâlâ Tolstoy’un Müslüman olup olmadığı tartışılırken, ünlü edebiyatçının şu yorumunu da sizlerle paylaşıyorum;
“Bunu söylemek ne kadar tuhaf olsa da benim için Muhammedilik, Haça tapmaktan mukayese edilmeyecek kadar üstündür. Eğer insan seçme hakkına sahip olsaydı, aklı başında olan her Hıristiyan ve her bir insan şüphe ve tereddüt etmeden Muhammediliği, tek Allah’ı ve O’nun peygamberini kabul ederdi.”
MEHMET POYRAZ - Sebîlürreşad, Kasım 2016 

Batı, medeniyetini Doğu’ya borçludur

Uzun yıllar Akdeniz bölgesinde; Avrupa’da, Afrika’da, Anadolu’da ve Ortadoğu’da hüküm süren Roma İmparatorluğu’nun son kalıntısı, Doğu Roma İmparatorluğu olarak da bilinen Bizans İmparatorluğu 1453 yılında Osmanlı İmparatorluğu’nun yedinci padişahı Fatih Sultan Mehmed Han tarafından yok edildiğinde dünyada yeni bir çağda başlamış oldu. O dönem İstanbul, Bizans adıyla Konstantinopolis şehri yeni bir çağın başlangıç yeri idi. Ortaçağ dönemi kapanmış, Yeniçağ başlamıştır. İstanbul şehri 1922 yılına kadar Osmanlı İmparatorluğu’nun başkenti olarak anılacaktır. 

1453 yılı tarihçilere göre “erken modern dönemi”nin de başlangıcıdır. Yeniçağ’ın bitişine dayanak olarak 1800’lü yıllarda gerçekleşen sanayii devrimleri gösterilmekte. 
Bu yıllardan günümüze kadar gelen zaman birimine Yakınçağ denilmekte. Dünya tarihinde “erken modern dönemi” olarak yer alan, daha çok Yeniçağ diye bahsedilen bu dönemi fazla değil, çok az bile irdelediğimizde “erken modern dönemi” nin şanına yakışan ülkenin ve yine bu dönemin öncüsünün Osmanlı İmparatorluğu olduğunu apaçık görebiliriz. 1453 yılında İstanbul’u fethederek dünyaya “erken modern dönem” e geçiş yaptıran Osmanlı, bu şehre ilk geldiğinde katliamlar gerçekleştirmedi, kimseyi zorla Müslüman yapmadı, ahalinin mallarına el koymazken, ırzlarına da göz dikmedi. Günümüzdeki medeni yaşantının neredeyse tamamına  yakınını yüzyıllar önce Osmanlı zaten uyguluyordu. Batı’nın ve Batıcı’ların sıklıkla medeni ve sanayi gelişimlerinden dem vurduğu Yeniçağ’da Batı alemi gerçekten ne yapıyordu bu dönem? Batı mı daha uygardı, yoksa Doğu mu? 

1492 yılında; hemen hemen her dinden, her ırktan ve her mezhepten insanlar Osmanlı İmparatorluğu’nda bir arada yaşarken, Avrupalı sömürgeciler “yeni bir dünya” adı altında Amerika kıtasına adım atarak buranın yerlilerini katlediyor, zorla Hristiyan yapıyor, topraklarına el koyup insanları da köleleştiriyordu. Amerika kıtasındaki milyonlarca yerlileri yok eden Avrupalı sömürgeciler, ilerleyen yıllarda köle ihtiyacını Afrika’dan karşılamaya başlamıştır. Utanç verici köle ticaretine dünyada karşı çıkan tek devlet de Osmanlı İmparatorluğu’dur. Erken Modern Dönemi’nde Amerika’dan, Avrupa’ya geçiş yaptığımızda buralarda yaşanılan ve karşımıza çıkan sahne mezhep ve ulus devlet savaşlarıdır. 
Yüzlerce kelimelerle Batı’nın “erken modern dönem”de yapmış olduğu gayriinsani davranışları anlatmak pek ala mümkündür. Müslümanlığın temel ilkesi olan kişisel temizliği bile Doğu’dan öğrenen Batı içinde bulunduğumuz Yakınçağ’ın başlangıcından itibaren -1800’lü yılların başı-  geçmiş yıllarda yaşadığı ve yaşattıklarını bugün Ortadoğu’da sahnelemektedir. Batı’nın bu oyununu sadece Suriye’ye baktığımızda görebiliriz. Hatırlayınız, buralarda kısa bir süre öncesine kadar insanlar katledilirken, köleleştirilmeye kadar varan vahşi uygulamalara dünya şahitlik etti. 

MEHMET POYRAZ, Sebîlürreşad Dergisi - Eylül 2016

Ortadoğudaki sancının asıl nedeni yapay sınırlar

2.Dünya Savaşı’na Türkiye’nin de kendi saflarında katılması için defalarca öneride bulunan dönemin İngiltere Başbakanı Winston Churchill çok çaba göstermişti. Churchill, Türkiye’nin bu savaşa girmesi hususunda gayri resmi görüşmelerin yanı sıra resmi toplantılarda yapmıştı. Yine o dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ile 30 Ocak 1943 yılında Çukurova’da buluşan Winston Churchill’e Türkiye tarafından olumsuz cevap verilmişti. İngiliz kurt siyasetçi Churchill pek niyetliydi Türkiye’yi savaşa sokmaya.

1943 yılının sonlarına doğru, Churchill’in önderliğinde; Mısır’ın başkenti Kahire’de 2. Dünya Savaşı’nın konu edildiği art arda iki konferans gerçekleştirildi.  Bu konferanslar dizisinde Türkiye’nin de savaşa girmesi istendi. Kahire Konferansı ve İkinci Kahire Konferansı başlıkları adı altında gerçekleşen bu buluşmalarda Türkiye tarafı savaşa girmeyi kabul etmedi. Churchill çok içerlemişti Türkiye’nin savaşa girmemesini, yaşamı boyunca hemen hemen tüm arzuladıkları gerçek olan bu siyasetçinin bizleri savaşa sokma düşüncesi hayalden öteye geçemedi.

İngiltere’de 5 Bakanlık görevinde bulunan, Kahire konferanslarında ülkesini Başbakan olarak temsil eden Churchill, 1. Dünya Savaşı’nda İngiltere’nin Denizcilik Bakanı idi. 1921 yılında, Kahire’de bugünkü Arap ülkelerinin sınırlarının çizildiği toplantıya başkanlık eden Churchill, İngiltere’nin Sömürge Bakanlığı koltuğunda oturmaktaydı. Bu toplantıda kendisine Lawrence ve Gertrude Bell gibi bölgenin ünlü İngiliz ajanları ve 40 harita mühendisi eşlik etti. Elinde cetvelle keyfine göre alkollü vaziyette ülke sınırlarını çizerken,  Lawrence ve Gertrude Bell’in bazı bölgelerin itirazıyla karşılaşsa da o çizmeye devam etti.

Ürdün ve Suudi Arabistan arasındaki düz çizgi halindeki sınırın hiç sebep yokken çıkıntılı olmasını da tarihçilerin çoğu şöyle yorumlar; Churchill o masada alkollüydü, yemeği de fazla kaçırmıştı, aşırıda kilosu vardı tam çizim için eğildiğinde hıçkırığı tutar ve o esnada elinden kalem kayarak bugünkü Ürdün ve Suudi Arabistan arasındaki tuhaf çıkıntı meydana gelir. Bölge insanının çoğu bu çıkıntıdan “Churchill’in hıçkırığı” diye bahsetmekte. Hıçkırıktan dolayı meydana geldiği öne sürülen Suudi Arabistan’dan Ürdün’e doğru giden çıkıntının hikayesi ne kadar doğrudur bilinmez ama, kesin olarak şunu söyleyebiliriz; 1921 yılında nahoş kafayla çizilen, Osmanlı Devleti’ni parçalayan bugünkü Arap ülkelerinin sınırları gerçekte yapaydır.

1921 yılında çizilen o sınırların yapaylığına gelince, Osmanlı Devleti’nin ardından bu bölgedeki, üst akılların deyimi ile Ortadoğu’da yaşayan mazlum insanların neler çektiğine son doksan yıldır hepimiz şahitlik etmekteyiz. Günümüze baktığımızda, İslam coğrafyasının önemli bir kısmının barındığı bu bölgenin hali dehşet verici. Batı dünyası burada dehşet saçmaya devam ediyor.

MEHMET POYRAZ - Sebîlürreşad Dergisi, Ağustos-2016

Adana Milletvekili yeğenine sahip çıkmalıdır

Gazeteciydi, öyle kurnaz, açıkgöz ve kurnaz değildi. Hani derler ya; saftirik filan işte o türden. Bu mesleğe adım attığı ilk günden itibaren hiç şansı gülmedi, fazla öyle sahip çıkanı da yoktu. Lüks  hayalleri de olmadı, sadece karnı doysun kimseye muhtaç olmasın yeterdi.
Çok parasız pulsuz kaldı çok…
Yıllarca hasta anasına baktı, sırtında hastanelere taşıdı. Bir yandan geçim derdi, bir yandan anası. Of bile demedi hiçbir zaman, isyan da etmedi haline. En çok anasını kaybettiğinde üzüldü, bırakıp gittiğine uzunca bir süre inanmadı. Anasını anlattı herkese, canıydı o.
Rahmetli gazeteci Mustafa Gümüşdamla ansızın gitmeden önce, bu anlattığım gariban gazetecinin halini konuşmuştuk. Gümüşdamla ona sahip çıkmalıyız demişti, en çokta kendisi ilgileniyordu garibanla. Sonra o da gitti.
Bizim bu gariban gazeteci, daha geçen yıl fabrikalarda iş bulmam için beni aramıştı; “manyak mısın lan mesleğe devam et” demiştim. Ama yine de ona uygun iş baktım, gariban gazeteciden habersiz, bulamadım.
En son haftalık bir gazetede çalışıyordu. Sordum halini;
“Allaha çok şükür, karnımız doyuyor. Evleneceğim de anlarsın işte” dedi gerisini getiremedi. Bende üstelemedim, anlamıştım zaten. Mesele metelik idi.
Siyasetle pek ilgisi yoktu gariban gazeteci kardeşimizin, öyle sağ-sol meselesi desen hayatta işi olmazdı.
Genel seçimlerde, Saadet Partisi Adana İl Başkanlığı basın danışmanlığı görevi verdi. Azda olsa rahatlamıştı biraz.
Geçtiğimiz aylarda beni de çok sık arardı ricada bulunurdu. Hiçbir zaman onun ricasını yerine getirmedim, umursamadım bile.
Bir milletvekili adayını çok sık eleştiriyordum. Köşe yazılarımda ve sosyal medyada çokça eleştirdiğim milletvekili adayı için, benden fazla üstüne gitmemem yönünde ricada bulunmuştu.
Seçimler bitti ortada kaldı hem de meteliksiz.
Bu kardeşimiz onca derdin arasında nasıl olduysa gönlünü kaptırdı birine, sevdalandı deliler gibi. Nişan yapacak, yüzük parası yok… Sendikacı bir büyüğü yüzük parasını verdi.
İşsiz ve parasızdı, çaresizdi gariban gazeteci kardeşimiz. Mesleği bırakmaya karar verdi, gitti İş-Kur’a kaydını yaptırdı. Yine sendikacı bir arkadaşın yönlendirmesiyle belediyede iş buldu. Buna çok sevindi, parası olacaktı artık. Nişanlısı vardı, evlenebilirdi artık. Düğün parası olmadığından evlenemedi. Ama sevdalısı onu bekliyor her an, düğün yapabilme hayaliyle.
Bu kardeşimizin belediyede bulduğu işe gelince;
Öyle masa başı falan değil, bankamatikçi hiç değil. Belediyenin temizlik işlerinde aslanlar gibi çalışıyor. Park süpürüyor, el arabasıyla çöpleri taşıyor.
Gariban gazetecimizin kim olduğuna gelince…
Adı;
Hüseyin Yetiş
Benim sıkça eleştirdiğim CHP Adana Milletvekili Elif Doğan Türkmen’in öz be öz yeğenidir.
Hüseyin kusura bakma, bu yazıdan senin haberi yok. Beni bilirsin; şimdiye kadar kimseye demedim;
“Seni yazarım…”
“Seni yazacağım…”
Sana da demedim Hüseyin…
Elif Doğan Türkmen’e gelince;
Şartlar ve koşullar ne olursa olsun Hüseyin sizin kanınızdır.
Anne yarısı teyzesi sahip çıkmalıdır.

MEHMET POYRAZ
mehmetpoyraz01@gmail.com
@mehmetppoyraz
21.11.2015

Çevre ve Şehircilik Bakanı Fatma Güldemet Sarı 'Bakan' olacağını biliyor muydu?

Türkiye’nin en muhafazakar ilçesi kuşkusuz Darende’dir. Malatya’ya bağlıdır, bu kentin öbür ilçelerine de benzemez. Gidenler var mı aranızda bilmiyorum, ben gittim. Sanırım 4 veya 5 defa ziyaret ettim Darende’yi.
Eski adı otuz yapraklı gül anlamına gelen Tiryandafil olan Darende’de asayiş olayları yok, sessiz sakin, herkes birbirini tanır. Fakir fukaraya iyi de yardım edilir Darende’de, sahip çıkarlar yoksula. İlçede dolaşırken anlarsınız ne kadar dini bütün olduklarını, insanların tavırları da öyle yapmacık filan da değil.
Büyük kentlerde yitirilen eski mahalle yaşantıları ve gelenekler halen burada devam eder. Pek siyasette konuşmazlar, bu işi sessiz yaparlar. İlçenin doğası da güzel, her tarafı en önemli gelir kaynağı da olan kaysı ağaçları ile dolu. Tohma Kanyonu’nu da belirtmeliyim.
Başka güzel yemişleri de var. Cevizleri de harikadır. Darende de meşhur birde türbe vardır. Somuncu Baba’dır adı, Türkiye genelinde çok iyi bilinir. İlçede önemli bir yere sahip olan; Zengibar kalesini, Hasan Gazi Türbesi’ni, Şehitlik Anıtı’nı da unutmayalım.
Anadolu’nun bir çok ilçesinde olduğu gibi, Darende de dışarıya oldukça önemli ölçüde göç vermiştir. En çok göç verilen iller arasında Adana başı çeker. Darendelilerin yoğun olarak Çukurova’ya göç etmelerinin nedeni; Ceyhan, Kadirli ve Osmaniye’de çok eskiye dayalı akrabalarının bulunması da olabilir.
Darendeli çoktur Adana’da, ticaretle, sanayicilikle uğraşırlar çoğunlukla. Kozmopolit bir kent olan Adana’nın yerlileri dışarıdan gelen insanları hiçbir zaman dışlamamıştır, halen de öyledir. Darendeliler, Adana’da “Adanalılar” gibidir.
Adana için çırpınıp duran çoktur içlerinde. Her meslek gruplarında bu insanları görmek mümkün. Adana’da o kadar çok Darendeli vardır ki; belirtecek olsak bu yazıya kesinlikle sığmaz. Kimisi Adana’da doğup büyümüş, kimileri ise Darende’de doğup Adana’da yaşamına devam etmiştir.
Bunlardan birisi de; Çevre ve Şehircilik Bakanı Fatma Güldemet Sarı’dır.
Bakan Sarı 1970 yılında Darende’de doğdu, ilkokuldan itibaren öğrenimini Adana’da tamamladı. 1993 yılında Mimar Sinan Üniversitesi Mimarlık Fakültesi’nden mezun oldu, bu yetmez dedi; 1996 yılında da Yıldız Teknik Üniversitesi’nde yüksek lisansını tamamladı. Çeşitli illerde mimar olarak çalıştı, iki tane şirkette ortaklığı bulunuyor.
AK Partili olarak siyaset yaşamına Adana’nın merkez ilçelerinden Çukurova’da başladı. 2008 yılında, partisinin Çukurova İlçe Kurucu Başkanı olarak siyasete adım atan Fatma Güldemet Sarı 2011 yılında gerçekleşen 12 Haziran genel seçimlerinde 7.sıradan Adana milletvekili adayı oldu, Meclis’e giremedi.
Pes etmedi, siyasete devam dedi. 7 Haziran 2015 tarihinde gerçekleşen genel seçimlerde aday olduğunu açıklayana kadar, AK Parti Adana İl Yönetim Kurulu Üyeliği ile Siyasi ve Hukuki İşler Başkanlığı görevini yürüttü.
1 Kasım 2015 günü Türkiye yeniden sandık başına gitti. Fatma Güldemet Sarı, 7 Haziran’da olduğu gibi 1 Kasım erken genel seçimlerinde de AK Parti’nin milletvekili aday listesinde ikinci sırada yerini aldı.
24 Kasım 2015’te Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun açıkladığı 64. Hükümet’te, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı görevine getirildi. Bu hükümette 2 kadın Bakan yer aldı, bunlardan biri de kendisidir.
Fatma Güldemet Sarı’nın Bakan olacağını kimse tahmin etmiyordu, beklemiyordu, sözü bile edilmemişti. Adana, Bakanlık haberini şaşkınla karşıladı, hemen ardından kent sevinçle coştu.
Aynı sevinç, doğduğu yer Malatya’da da vardı; onlarda haklıydı orada doğmuştu.
Fatma Güldemet Sarı Çevre ve Şehircilik Bakanı olduğu gün, kendisinin tanıtım filmi geldi aklıma.
Bugünlere hazırlanır gibiydi…
O’nun reklam filmini izlemiştim, 7 Haziran seçimleri öncesi yayınlanan, kendisine ve partisine ait tanıtımdı. Milletvekili adayı çoğu kişi gibi Fatma Güldemet Sarı’da siyasi reklam filmi hazırlatmıştı. AK Parti’yi, kendisini ve Adana’yı anlatıyordu.
O reklam filminde, Adana görüntüleri öyle bir yer alıyor ki; sanki mini bir belgesel gibi. Bayağı hoşuma da gitmişti, siyasi tanıtım değil de Adana’nın tanıtım filmi gibiydi.
Tanıtım filminde, Adanalı ünlü isimlerin fotoğraflarının yanı sıra, kente ait bazı önemli mekanların görüntüleri de var; Eski Baraj, Küçüksaat, Merkez Cami, Seyhan Irmağı, Asmalı Köprü…
Tanıtım filminin en önemli detayı ise; Bakan Sarı’nın ofiste önünde projelerle çalışıyor görünmesi ve başında baretiyle inşaat kontrolü veya denetimi yapıyor olması.
Fon müziğine gelince, öyle gümbür gümbür rahatsız edici değildi, sadeydi. Bu müzik eşliğinde Fatma Güldemet Sarı şunları söylüyordu;
“Bu şehir bir başkadır, bakmasını bilene her zaman ilham verir. Bu bereketli topraklarda sadece pamuk ve buğday yetişmez. Bu topraklar güzel insanlarda yetiştirir. İnsanı dürüst, başı dik ve samimidir.
Şimdi, dün olduğundan daha çok çalışmamız lazım. Adana’yı yükselen Türkiye’nin öncü şehri yapmak, bugünü sırtlamak, yarını planlamak için hep birlikte çalışacağız.
7 Haziran’a az kaldı, yakında yola çıkıyorum. Ama biliyorum ki; yalnız değilim. Yeni Türkiye’nin inşasına devam etmek için tüm Adana’nın desteğini ve gücünü yanıma alarak gidiyorum.”
Kendisinin tanıtım filmi bayağı bir dikkatimi çekmiş, hafızamda yer edinmişti. O tanıtım filminde bilmeden hazırlamıştı kendini Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na.
Yatırımcı Bakanlık’ta sayılan; Çevre ve Şehircilik Bakanlığı kendisine de yakıştı, Adana’ya da… Adana’nın ihtiyacı vardı bu Bakanlığa.
Bakan Sarı, görevini devraldığı gün kentsel dönüşümünün gündeminde olduğunu belirtiyor, şu sözlerle de kadınların önemine dikkat çekiyordu;
“Bütün milletvekillerimizi ve kadınlarımızı temsilen bu görevde elimden geleni yapacağım. Zaten biz ilk günden beri, 7 Haziran’dan beri kadınlar olarak, Meclis’teki AK Partili kadınlar olarak beraber hareket etme noktasında bir karar almıştık. Bundan sonra da bu Bakanlık hepimizin Bakanlığı.”
Adana’ya siyasi anlamda da önemli katkısı olacaktır kendisinin, önümüzdeki seçimler yerel seçimler, tahminen 3.5 yıl var. Bu kentte çekişmeli geçen seçimler son bulabilir. Bu sözlerim peşin ve çok iddialı olabilir, belki önümüzdeki yerel seçimlerde AK Parti önemli ölçüde fark atabilir.
AK Parti’nin Adana’daki yerel seçimlerde kazanma ihtimalini, Fatma Güldemet Sarı’nın Bakan olmasının hemen ardından, başka bir siyasetçi hakkında yazdığım yazıda sıcağı sıcağına kısa bir bölüm halinde belirtmiştim, bu yazıda da yinelemiş oldum. Neyse, önümüzde uzun bir süre var.
Siyasi tanıtım filmini tekrar düşününce; acaba diyorum Bakan olacağını önceden biliyor muydu?
Bilsin veya bilmesin önemli değil aslında, Türkiye değerli bir isim kazandı o yeter;
Çevre ve Şehircilik Bakanı Fatma Güldemet Sarı
Hayırlı olsun…
MEHMET POYRAZ
mehmetpoyraz01@gmail.com
@mehmetppoyraz
27.11.2015