Bir dönem kaleme aldığı röportajlarıyla da yazın hayatında iz bırakan Yaşar
Kemal’in ilk gazete yazısı Memleket Mektupları
başlığı altında 3 Temmuz 1951 tarihinde Cumhuriyet’te yayımlanır. “Diyarbakırdaki göçmen köylerini gezerken
neler gördüm?” başlıklı ve röportaj türündeki yazısında, 1939 yılında Bulgaristan’dan
Türkiye’ye gelen Türklerin yaşamlarını anlatır. Yaşar Kemal bu röportajıyla
dikkatleri üzerine çeker. Kendine has üslubu ve betimlemeleriyle kelimeleri coşturur.
Söz konusu yazı röportajdır ama bir roman edasında okunur satırlara dökülen
duygular;
“Kuşlar bile dökülüp kalıyorlar sıcaktan. Sivrisinek
bulut misali. Su yok. Ambar çayının üstüne çeltik ekmişler. Çeltiğin ayakları
çaya dökülüyor. Su, bu sebepten, sarı, zehir gibi akıyor. İçen bir daha
doğrulamıyor. Gitti gider! Başka da su yok. Kuyuların suyu var ya, o daha kötü.
hem de kuruyor. Hastalanmadık kimse kalmıyor göçmenlerden. Geldiklerinin
birinci ayında 120 can veriyorlar kara toprağa. Herkes hasta, köy ıpıssız.
Ölüleri bile kaldıran yok. Evlerde kokup kalıyorlar. Birinde iki gündür
gömülemeyen bir ölüyü, köye yolları düşen iki ilkokul müfettişi defnediyor. Şumnu’nun,
Deliorman’ın havası, sonra da Diyarbakır’ın çölü. Dayanılır mı? Bütün hata
burada işte. Muhite intibak meselesi. Etütsüz, plansız bir yerleştirme. Ölenler
ölüyor. Kalan sağlar da Köprübaşı’nı bırakıp başka yerlere göçüyorlar.”
Yaşar Kemal’in röportajlarını incelediğimizde, ne
yazık ki günümüzde örneklerine fazla rastlamak mümkün değil. Röportajları soru-cevap
şeklindeki söyleşi gibi değildi. Röportaj konusu nerede ve hangi şartlar da geçerse
geçsin, bunu bir şekilde okura anlatır, okuyucuyu oralara alıp götürürdü. Betimlemeli
yorumlar da içeren röportajlarında dikkat çeken bir ayrıntı ise “soruşturmacı gazetecilik” örneği
sergilemesidir. Kimi zaman hükümeti göreve çağırır ve bazen de hesap sorar
karşısındakine;
“Bu göçmen köylerinde yeni dikilmiş göz için arasan
ağaç yok. Köyler çırılçıplak. Yahu dedim, şu köylere ağaç dikseydiniz elinizde
mi kalırdı? Şimdiye kadar kocaman olurlardı. Bir yaşlı: Abe görürsün halimizi
dedi, dururuz iğne üstünde. Sülersiniz hep büle. Etmişsiniz âdet. İğne üstünde
duruyorlar, doğru. Ama dikseler iyi ederlerdi. Herhalde hükümet bunların dertlerine
bir çare bulmalı.”[1]
22 Ağustos ile 2 Eylül 1951
tarihleri arasında yine Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan “Kaçakçılar” isimli röportajı için kaçakçılarla 25 gün geçirir.
Kendisi kaçakçı kimliğine bürünerek dağlarda, sınırlarda onlarla beraber
dolaşır. Kaçakçıların arasında adı Adanalı Hasan’dır. Onlarla kahvehaneler
de vakit geçirerek; çay içer, oyun oynar. Kaçakçıların Jandarma ile girdiği çatışmaya
bizzat şahitlik eder. Kaçakçılar arasında geçirdiği günleri gazetede olduğu
gibi aktaran Yaşar Kemal, yirmi civarında kaçakçıyı da okuruna tarif eder. Kaçakçılarla yaşadığı günleri ve röportajı
1975 yılında şöyle anlatır;
“Onların korkularına, acılarına,
sevinçlerine, varlıklarına, yokluklarına katıldım. Bunca yıl geçti, 1951
yılında tanıdığım birçok kaçakçıyla yakın dostluğum sürer gider. Benim kaçakçı
değil de gazeteci olduğumu öğrendikten sonra bile benimle ilişkilerini
kesmediler. Şimdi bir geceyi anımsıyorum, kilometrelerce bir kayalık yolu
aşarak, sırtımda ağzına kadar doldurulmuş bir çuvalla canım çıkarak, korkarak,
ödüm koparak, kaçakçılarla sırtımızdaki çuvalları taş yığınlarına
saklayışımızı… anımsıyorum. Bunca yıl nasıl unutmamışım. Bunun önemli bir
sebebi olacak. Hiçbir röportajımda bir tek not almadım. Ne bir sözcük, ne bir
çizgi. Hiçbir zaman yanımda kalemim olmaz ki. Adres yazmak için bile.”[2]
Röportaj edebiyatın bir dalıydı onun için, tespih taneleri gibi kelimeleri
öyle özene bezene yan yana diziyordu ki; bahsi geçen konunun yanı sıra bir de
tarif edilemez apayrı hava yaratıyordu. Dilindeki, üslubundaki
akıcılık eserlerinde olduğu gibi röportajlarına da yansıyordu. Sanki alfabede
ki tüm harflere can veriyordu, onlarla dost oluyordu. Milliyet
Sanat dergisinin 1975 yılındaki Ağustos ayında çıkan ve röportaj soruşturması
dosyalı sayısında, röportajın bal gibi edebiyat olduğunu savunur;
“Röportaj bir edebiyat sayılabilir mi? Bu soruyla çok
karşılaştım. Röportaj bir edebiyat dalı sayılmak ne, röportaj bal gibi
edebiyattır. Onu haberden ayıran nitelik onun edebiyat gücüdür. Haber bir
yaratma değildir, bir taşımadır. Aslında röportaj, taşına anlamına geliyor ya
yanlış, o taşıma olan haberdir, hem de en gerçek anlamıyla. Röportaj bir
yaratmadır. Gerçeğe, gerçeğin, yaşamın özüne yaratılmadan varılamaz. Yaratmadan
hiç kimse hiçbir şekilde gerçeği yakalayamaz, yakalasa da karşısındakine
anlatamaz. Haber gerçek değil mi, bence haber gerçeğin simgesidir. Haberin
arkasında neler var, neler dönüyor, ne yaşamlar, ne dramlar, sevinçler var,
haber bunu bize veremez. Röportaj haberin varamadığı yere varandır, nasıl,
yaratarak, gerçeği değiştirerek değil, yaratarak.”
2013 yılında da röportajı anlatırken yukarıdaki ifadelere
benzer cümleler kurar. Vietnam Savaşı’nın korkunçluğunu haberlerden değil, bölgeyle
ilgili yapılan röportajlardan öğrendiğine dikkat çeker;
“Röportaj bir sanat, bir edebiyat türü, bir yaratma eylemidir. En az
romanlarım kadar röportajlarıma emek verdim. Hatta romandan daha çok önem
verdim; çünkü yeni bir şey yapıyordum ben. Avrupa bile konuşmadı bunu. Ben
röportaj yaptıktan sonra Fransa'da 'Yaşar Kemal röportajı yeniden yarattı,'
diyorlardı. Kitaplardakinden daha çok röportaj yazım var, ama ben de bilmiyorum
neredeler. Ben Vietnam Savaşı'nı ne haberlerden, ne de bilimsel araştırmalardan
öğrenebildim, daha da ileri gidersem, televizyon filmlerinden de öğrenmedim,
ancak Vietnam Savaşı üstüne birkaç röportaj okuyuncadır ki bu korkunç savaşın
dehşetine varabildim.”[3]
Çalıştığı gazete de son iki röportajında ses kayıt cihazı kullandığını,
bunu da ne için yaptığını hatırlamadığını söyleyen Yaşar Kemal, kendisiyle
röportaj yapmak isteyen gazetecilere kâğıt ve kalemi şart koşmasıyla da
bilinirdi. Ses kayıt cihazlarına şiddetli şekilde karşıydı. En hoşlanmadığı
röportaj türü ise tek kelimelik soru-cevaplardı. 90’lı yılların başında bu tür gazetecilerde
biraz popülerdi. 1991 yılında kendisiyle tek kelimelik soru-cevap şeklinde
röportaj yapmak isteyen gazeteci Abdulkadir
Kaçar’ı kibarca, kendine özgü tavır ve sevecenlikle reddeder. Gazeteci
Kaçar, üzülmez bu ret cevabına, kitaplarını severek okuduğu, çocukluğunun 60’lı
yıllarında radyoda seslendirilen eserlerini heyecanla dinlediği, Hürriyet
gazetesinde resimlendirilen İnce Memed romanını zevkle takip ettiği büyük
ustayla bir araya gelmenin mutluluğunu yaşamıştır.
1980’li yıllarda Yaşar Kemal ile röportaj gerçekleştiren gazeteci Süleyman Canbolat anlatıyor;
“Edebiyatın yanı sıra röportajında ustasıydı. Böyle bir ismin yanına gazeteci
olarak gitmek beni heyecanlandırdı. Soracağım soruları önceden yazıp not aldım.
Teyp ve ses kayıt cihazını meslek hayatım boyunca kullanmadım. Yaşar Kemal’in
yanına gittiğimde de her zaman yaptığım gibi, ara başlıkları not alıyordum,
geri kalanlar hafızamdaydı. Ara başlıkları not aldığımı fark eden büyük usta,
kâğıdı ve kalemi bırakmamı isteyerek; ‘Gazeteci her şeyi kâğıda yazarak not
almamalı, beynine yazmalı, ezberlemeli, hafızasında tutmalı birçok şeyi’
demişti. O görüşmemizden tam 6 gün yayımlanacak çok güzel bir röportaj
çıkmıştı.”
Röportajlarında çocukları da ihmal etmez. Onları da anlatır bol bol. Bu
çocuk ya doğrudan gözlemlediği biridir, ya da röportajdaki başkişinin
çocukluğudur. Annesi ile birlikte Ankara’da yaşayan yetim Oğuz’un hüzünlü maceraları,
Yaşar Kemal’in kelimeleriyle okurla buluşur;
“Trenlere bindi çocuklarla birlikte, parası olmadığını, biletsiz olduğu
anlayınca trenciler onu oyuncak trenden indirdiler. Kayıklara bindi gene
indirdiler. O gene kaçak, trenlere bindi, gene kayıklara bindi. Gene bir yolunu
buldu, dönme dolaplara atladı. Atlı karıncaları seyretti. Bir daha da Gençlik
Parkı’ndan ayrılmadı. Her sabah doğru gençlik Gençlik Parkı’na… Gün akşam
oluncaya kadar. Bazı bazı Gençlik Parkı’nda gece yarılarına da kadar kalıyordu.
Anası onu dövüyordu öldürüyordu ama o pahasına olursa olsun Gençlik Parkı’nı
anasına söylemiyordu.”[4]