Faaliyet gösterdiği 127 yıl boyunca 1000’e yakın mezun veren okul, Kanada’dan Yeni Zelanda’ya, Ortadoğu’dan Afrika’ya kadar Ortodoks dünyasına hizmet vermiştir. Bu okuldan mezun olan öğrencilerin bir kısmı önemli dini mevkilere de yükselmiştir.
Antik çağdan bu yana yerleşik hayatın devam ettiği Heybeliada, Osmanlı topraklarına dâhil olduğu sürece kadar türlü badireler atlatmıştır. Ada yağmalanmış, talan edilmiş ve yangınlar görmüştür. 600’üncü yıla doğru manastır inşa edilen Heybeliada kimi vakit aristokratik Bizanslıların sürgün yeridir.
Bizans geleneğinde, sürgün edilen soylular mutlaka bir adaya ve orada bulunan bir manastıra gönderilirdi. Heybeliada da bu sürgün adalardan biriydi.
Bizans sonrası adanın sürgün mekânı özelliği kalmamıştır. Ortodokslar adaya düzenli ziyaretler gerçekleştirir. Bu ziyaretler inanç turizmi çerçevesindedir. Evliya Çelebi, 1600’lü yıllarda adaya yapılan ziyaretleri şöyle tarif eder: “Buradaki ünlü manastırı ziyarete her yıl Konstantinopolis’ten pek çok insan geliyor.” İşte bu ünlü manastır, Ayia Triada Manastırı’dır.
Ada sakinleri en huzurlu günleri Osmanlı döneminde yaşamıştır. Adanın nüfusu Rumlardan ve Türklerden oluşmaktaydı. 1800’lü yıllara gelindiğinde, Fener Rum Patrikhanesi tarafından Ortodoks milletler arasında dini birliği korumak amacıyla adada bir teoloji okulunun açılması kararlaştırıldı. Heybeliada’da, dokuzuncu yüzyılda yaptırılan Ayia Triada Manastırı, dönemin Patriği 4. Germanos tarafından 1 Ekim 1844 tarihinde Heybeliada Ruhban Okulu’na dönüştürüldü.
Heybeliada Ruhban Okulu’nun en önemli özelliği, Atina Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nin kurulmasının ardından akademik düzeyde eğitim veren ilk okul olmasıydı. Sadece Ortodokslara yönelik bir okul olan Heybeliada Ruhban Okulu 1894 yılında meydana gelen depremle yıkılır. II.Abdühamid’in izniyle okul yeniden onarılarak 1896 yılında faaliyetine kaldığı yerden devam eder.
1964 yılına kadar, İngiltere’den, Mısır’dan, Etiyopya’dan, Suriye’den öğrenci kabul eden okul 1971 yılında yasa ile kapatılır. Kapanmasına neden olan yasa sadece bu okulu kapsamıyordu. Türkiye genelinde faaliyet gösteren birçok özel okul bahsettiğimiz bu yasayla devlet bünyesine alınmıştı. Heybeliada Ruhban Okulu’nun da emsali bulunmadığından, statüsü de tam net olmadığında kapatılmasına gidilir.
Faaliyet gösterdiği 127 yıl boyunca 1000’e yakın mezun veren okul, Kanada’dan Yeni Zelanda’ya, Ortadoğu’dan Afrika’ya kadar Ortodoks dünyasına hizmet vermiştir. Bu okuldan mezun olan öğrencilerin bir kısmı önemli dini mevkilere de yükselmiştir.
2000’li yılların başında Heybeliada Ruhban Okulu’nun yeniden eğitim ve öğretime açılması gündeme gelir. Okulun açılması düşüncesi o dönem yürütülen AB müzakereleri kapsamında oluşur. Okulun bağlı olduğu Fener Rum Patrikhanesi’nin avukatı Kezban Hatemi eğitim ve öğretime açılmasının şiddetli taraftarıdır ve işi Lozan’a kadar dayandırır:
“Okul kapatılmadan önce de aynı prosedüre uygun olarak eğitim veriyordu. Bu Lozan Antlaşması’nın tanıdığı doğal bir haktır. Milli Eğitim Bakanlığı da bunu uygulayacaktır.”
Milli Eğitim Bakanlığı okulun denetlenmesinin mümkün olamayacağını ileri sürerek, yetkili kurumun YÖK olduğuna işaret eder.
Dönemin YÖK Başkanı Prof. Dr. Erdoğan Teziç ise okul üzerinde otorite kuramayacaklarını belirtir. Teziç başında olduğu kurumun temel hükümleri olduğunu söyleyerek okulun kendilerine verilmesine karşı çıkar:
“YÖK Yasası’nın temel hükümleri var. Atatürk ilkelerine bağlılık gibi. Ruhban Okulu’nun bu ilkelere uymasını nasıl sağlayacağız.”
Elbette bu görüşmeler bir dönem gerçekleşen AB uyum çalışmaları esnasında, 2004 ve 2005 yıllarında meydana gelmiştir. Bu yaşananlardan beş yıl sonra Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Barack Obama 2009 yılının Nisan ayında Türkiye’ye ziyaret gerçekleştirir. Tam da bu sıralarda Yunanistan’da yayımlanan Eleftheros Tipos gazetesinin 26 Mart 2009 tarihli nüshasında şu başlıklı bir haber çıkar:
“Obama’nın İstanbul ziyaretinde Heybeliada için umut’’
ABD Başkanı Obama’nın Türkiye ziyaretinden 10 yıl sonra, 2019 yılının başlarında, Yunanistan Başbakanı Aleksis Çipras Türkiye’ye gelir ve Heybeliada Ruhban Okulu’nu ziyaret eder.
Çipras’ın Heybeliada ziyaretinin ardından, geçtiğimiz Şubat ayında eski Avrupa Birliği Bakanı Egemen Bağış, Yunanistan devlet haber ajansına verdiği demeçte okulun açılabileceğine değinir. Günümüzde turistik gezilere açık olan Heybeliada Ruhban Okulu’nun yeniden faaliyete geçmesi adına ABD lobi çalışmalarına devam ediyor.
Bizans’ın takipçileri tarafından bir din merkezi haline getirilmeye çalışılan ve onların nazarında bir sembol gibi duran, Heybeliada’daki Ortodoks hareketin ileride bir tehlike olacağına daha 1913 yılında farkına varan Sebîlürreşad’ın, işte bu yüzden burada bir İslam Okulu açma girişimlerini takdirle karşılamak gerekiyor.
SEBİLÜRREŞAD DERGİSİ MART 2019 SAYI:1038
14 Mart 2019 Perşembe
14 Şubat 2019 Perşembe
Venezuela Müslümanları ve Maduro’nun çağrısı!
Darül-ü İslâm ile birlikte başta Venezuela olmak üzere Güney Amerika ülkeleri de Doğu’nun içindedir. Toplam nüfusu 32 milyon 500 bin olan Venezuela’da yaklaşık 100 bin ile 400 bin Müslüman olduğu tahmin edilmekte. Diğer Güney Amerika ülkelerine göre Venezuela’da İslam kültürü daha belirgin haldedir. 15 bin Müslümanın yaşadığı başkent Karakas’ta Amerika kıtasının en büyük camisi de yer almaktadır.
Karayip Adaları’ndan sonra İspanyol sömürgecilerin Güney Amerika’da ilk adım attığı topraklar Venezuela, Kristof Kolomb’un 1498 yılında bölgeye gelmesiyle keşfedilir. İspanyol denizci Alonso de Ojeda’nın komutanlığında 1499’da bölgeye yeni bir sefer düzenlenir. Göl kenarında dizili ahşaptan yapılma evlere hayran kalan Ojeda, bölgeyi Venedik’e benzetir ve İtalyanca da Küçük Venedik anlamına gelen Veneziola adını buraya uygun görür. Daha sonra telaffuz değişikliği ile bölge adını Venezuela olarak alır. Ülkenin günümüzde resmi olarak tam adı Bolivarcı Venezuela Cumhuriyeti’dir. 1800’lü yıllarda Amerika kıtasında kendini gösteren bağımsızlık savaşlarında Venezuela da yer alır. Bu yıllardan itibaren özellikle iki isim Venezuela’nın milli kahramanları olarak gösterilir. Bunlar, Francisco de Miranda ve Simon Bolivar’dır. Yeri gelmişken hatırlayalım, Simon Bolivar adı, Ankara Çankaya’da bir caddeye de verilmiştir.
Türkiye ile diplomatik ilişkileri 1950’lerde başlayan ve dünyanın en zengin petrol kaynaklarına sahip Venezuela’da önemli sayıda bir Müslüman nüfus da yaşamaktadır. Bölgedeki Müslümanların kökenleri 16. yüzyıla kadar dayanırken, büyük çoğunluğu da 18. yüzyılın sonlarına doğru Osmanlı pasaportuyla Amerika kıtasına giden ve ülkede El Turko adıyla anılan Filistinliler, Suriyeliler ve Lübnanlılardan oluşmaktadır. Kölelik düzeninin en şiddetli yıllarında, 16. yüzyılda Afrika’dan getirilen Müslümanlara ilave olarak Hindistan’dan da çok sayıda insan gelir. Güney Amerika ülkelerine dağılan bu Müslümanlara daha sonra Osmanlı pasaportlu insanlar da dahil olur. Köleliğin kaldırılması ve kıta Amerika’sında gerçekleşen bağımsızlık savaşlarına ara verilmesiyle (Bağımsızlık savaşları hâlâ bitmedi ve beş yüz yıllık işgal devam ediyor.), o dönem ‘Yeni Dünya’ olarak adlandırılan Amerika’ya göçmenlerin gelmesi için çalışmalar başlatılır. Amerika Birleşik Devletleri’nin yanı sıra Güney Amerika ülkeleri de göçmen kabul etmeye başlar. Kölelik kaldırılmıştır ve işgücü elzemdir.
1876 yılının sonbaharında, dönemin Brezilya İmparatoru II. Alfonso Pedro İstanbul’a gelir ve II. Abdülhamid ile görüşür. Osmanlıya Rusya üzerinden gelen Pedro İstanbul’un yanı sıra Mısır, Lübnan ve Kudüs’e de gider. Osmanlı topraklarında gittiği her bölgede ülkesine davette bulunan İmparator Pedro yaptığı konuşmalarda insanlara ülkesinde iş bulabileceklerini söyler. İmparatorun çağrısını duyan Lübnanlılar ve Filistinliler başta olmak üzere birçok Osmanlı vatandaşı Güney Amerika’ya gider. Bunların bir kısmı Venezuela’ya da geçer. Latin Amerika ya da ülkemizde daha çok bilinen adıyla Güney Amerika’ya göç eden Osmanlı vatandaşlarının çocukları, torunları dünyaca bilinen isimler arasına da girer. Bunlardan bazıları; filozof Halil Cibran, oyuncu Salma Hayek, şarkıcı Shakira ile geçtiğimiz günlerde El Salvador’un devlet başkanı seçilen siyasetçi Nayib Bukele.
Güney Amerika’yı anlatmadan değerlendiremeyeceğimiz Venezuela’nın mutfağına da etki eden bu Osmanlı torunları bölgeye bakliyatı, pirinci getirmeleriyle de bilinir. Osmanlı’dan bu coğrafyaya göçün bir başka şekli de Amerika Birleşik Devletleri üzerinden olur. Yine az evvel bahsettiğimiz dönemlerde, “Amerika’ya hücum!” günlerinde, İstanbul’dan, Lübnan’dan gemilerle çok sayıda Osmanlı vatandaşı yola çıkar. Gemilerin rotası Birleşik Devletlerdir. Ülkeye ulaştıklarında ABD yetkilileri göçmen kotasının dolduğunu gerekçe göstererek gemiler dolusu Osmanlı vatandaşını kabul etmezler. Gemidekiler geri dönmez ve aralarında Venezuela’nın da olduğu Güney Amerika ülkelerine dağılırlar.
Osmanlı topraklarında yaşanan bu göçlere II. Abdülhamid karşı çıkar ve tedbir alınmasını ister.
Göçlerle alakalı olarak bir başka konuya daha dikkat çekmek istiyorum. Osmanlı’dan Amerika kıtasına doğru gerçekleşen göçler esnasında Siyonizm tohumları Filistin bölgesine atılmaya başlanmıştır. Osmanlı vatandaşları Filistin ve civarından göç etmeye başlarken Yahudiler de bölgeye gelmiştir. Göç edenlerin arasında Müslümanların yanı sıra Hristiyanların ve Ermenilerin de bulunduğunu belirtelim.
2018 yılı verilerine göre, toplam nüfusu 32 milyon 500 bin olan Venezuela’da yaklaşık 100 bin ile 400 bin Müslüman olduğu tahmin edilmektedir. Diğer Güney Amerika ülkelerine göre Venezuela’da İslam kültürü daha belirgin haldedir. 15 bin Müslümanın yaşadığı başkent Karakas’ta Amerika kıtasının en büyük camisi de yer almaktadır. Bu caminin adı Şeyh İbrahim el-İbrahim Camii’dir. Ülkedeki Müslümanlar tarafından açılmış İslam merkezlerinden, eğitim kuruluşlarından birçok insan faydalanmaktadır. Venezuela’daki Müslümanların siyasi bir baskı görmemesi İslam alanında yapılan çalışmaların önünü açmaktadır. Etkin kökene gelince, Müslümanların çoğunu Pakistanlılar, Filistinliler, Lübnanlılar, Suriyeliler ve az sayıdaki Türk kökenliler oluşturmaktadır.
Son günlerde, ABD liderliğinde Batı ülkelerinin iktidardan uzaklaştırmaya çalıştığı Venezuela Devlet Başkanı Nicolas Maduro, 2017 yılının Aralık ayında İstanbul’da gerçekleşen İslam İşbirliği Teşkilatı Olağanüstü Zirvesi’ne de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın daveti üzerine katılmıştı. Söz konusu zirve, ABD’nin Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak ilan etmesinin ardından, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın çağrısı üzerine toplanmıştı. Maduro burada yaptığı konuşmayla da dikkat çekmişti:
“Katliam devam ediyor. Evet bu bir katliam. Masum bir halka yapılan katliam. Benim masum, acısı dinmeyen Filistin halkına yapılan bir katliam. Bu katliam artık bir soykırıma doğru gidiyor. Bu dinler arası bir savaş değildir. Bu kanlı saldırı, finans güçlerinin ve kapitalizmin medyatik askeri güçlerinin Filistin topraklarını zapt etme çabasıdır ve Filistin halkına soykırım yapma çabasıdır. Çok acı. Buradan öncelikle Yahudilere bir çağrım var. Misket bombalarıyla devletiniz Filistin’i şimdiye kadar bombaladı ve katliama devam ediyor. Gazze’de öldürülen çocukların katili İsrail devletine önce dünyanın dört bir yanındaki Yahudiler dur demeli, katil devletlerini Yahudiler ilk kınamalı. Filistin’de Müslüman, Hristiyan, farklı dinden ve kültürden insanlar var. İkinci çağrım bölgedeki Arap halkına ve liderlerine. Ne zamana kadar katliama seyirci kalacaksınız? Filistinli kardeşlerinizin katliamını izlemeye devam mı edeceksiniz? Arap liderleri ne zaman uyanacak? Ne zaman uyanıp, Filistin halkının sesine ses vereceksiniz? Yerin dibine batsın resmi açıklamalarınız, yerin dibine batsın uluslararası protokolünüz, artık harekete geçmelisiniz!”
Mehmet Poyraz - mehmetpoyraz01@gmail.com
SEBİLÜRREŞAD DERGİSİ - ŞUBAT 2019 SAYI:1037
Müslüman Kongresi’nde kadınların talebi
Bundan bir asır önce Rusya’nın Müslüman kadınları, ailenin temel direğini oluşturan kadınların hakları konusunda taleplerde bulunmuştu.
1917’nin başlarında Rusya’da Şubat Devrimi gerçekleştiğinde ülkeyi uzun yıllar yöneten Çar rejimi askıya alınarak Geçici Hükümet kurulmuştu. Prens Lvov liderliğinde kurulan Geçici Hükümet’te Adalet Bakanlığı görevine, Devrimci Sosyalist Partisi (S.R.)’nin lideri Aleksandr Kerenski getirilir. Aynı yılın yaz aylarında, bu hükümetin Başbakanlığına getirilen Kerenski’nin adı Geçici Hükümet ile özdeşleşerek, Geçici Hükümet adı Kerenski Hükümeti olarak ta tarihteki yerini alır. Ülkede kontrolü ele Bolşeviklerin baş düşmanı da Kerenski Hükümeti’dir. Dönem itibariyle yalnız Rusya değil, birçok ülkede milli ve yerli çıkışlar da “sosyalist” kelimesi kullanılır. Rusya’daki esir milletlerden olan Müslümanlar da, oluşan otorite boşluğundan faydalanarak çıkış yolu arayışına girer. Elbette bu arayış sosyalist kimlikle gerçekleşir. Rusya’nın Müslüman fikir kadınları 1917’nin ilkbaharında Kazan’da toplanarak kadın hakları konusunda kongre gerçekleştirirler. İlerleyen süreçte Müslüman sosyalist hareketin içerisinde aktif olarak yer alacak bu kadınlar, Kazan’daki toplantıdan sonra 1 ve 11 Mayıs tarihleri arasında gerçekleşen Beşinci Rusya Müslümanları Kongresi’ne de katılarak İslam tarihine not düşerler. Bu kongreyi, konuyla alakalı çalışanların bir kısmı Birinci Kongre diye tanımlamaktadır. Halbuki kongre Beşinci Kongredir. Zira öncesi de vardır birkaç yıla yayılan. Daha çok milliyetçi çalışmalarda Birinci Kongre denildiğini de vurgulamak gerekiyor. Konumuzdan çıkmamak adına devam ediyoruz. Moskova’da gerçekleşen söz konusu kongre, Musa Carullah Bigiyev’in Kuran okumasıyla başlar. Hayırlara vesile olması adına dualar edilir. Ayaz İshaki’den Zeki Velidi Togan’a, Sadri Maksudi’ye kadar birçok isim görüş beyan eder. Kongre güzel başlamıştır. Günlerce, saatlerce Müslümanların yeni dönemde nasıl bir yol izlemesi gerektiği hususunda görüşler dile getirilir. Ümmet bilinciyle başlayan kongre, milliyetçi fikirlerin ortaya çıkmasıyla ve bunun da benimsenmesiyle bölge Müslümanlarının son defa bir araya gelmesine sahne olur. Az önce zikrettiğimiz Müslüman kadınlar, günümüzde hâlâ tartışılan konuları bundan 102 yıl önce gündeme getirmesi hayli ilginç. Aile kurumunun temel direği olan kadınların hakları hususunda Rusyalı Müslüman kadınlar bakın ne demiş;*
İlhamiye Hanım:
…Kararlarımızın bazıları küçük ve önemsiz gibi görünüyorlarsa da bunlar bizim yüz yıllardan beri sürüp gelen ve yaşayışımızı zehirleyen kötü zihniyet ve alışkanlığa çare arayan kararlardır. Bunlar, bizim durumumuza zarar değil, belki iyilik getirecek ıslahatı kapsamaktadır. Biz, kadınların siyasi haklarının ve vatandaşlıkla eşitliğe sahip olmalarının tanınması taraftarıyız. Aile hayatının köklerini zehirleyen unsurların yok edilmesini ve bu harekete hemen geçilmesini istiyoruz. Analarımızın, kardeş ve ablalarımızın şimdiye kadar çektikleri azabların bitirilmesini talep ediyoruz.
Fatma Hanım:
Efendiler! Müslüman kadını denilince gözlerimizin önüne en gönülsüz ve en iç karartıcı görüntüler diziliyor. Hakları gasp edilmiş, hürriyetleri alınmış, ezilmiş, çiğnenmiş, cariye edinilmiş, ama bu hallerini düşünemeyen yahut düşünmelerine izin verilmeyen utangaç ve aciz Müslüman kadının hali göz önünde safha safha açılıyor. Hayat yolunda eşine yardım etmesi, elele vermesi, mücadele dünyasında dalgalara karşı onunla birlikte hareket etmesi gerekli olan Müslüman kadınları sosyal alanda gereksiz ve fazla bir uzuv hesap ediliyorlar. Onların hayatta hiçbir hizmetleri gereksinmiyor. Hiçbir siyasi ve vatandaşlık hakkı tanınmıyor.
Emine Muhiddinova:
Olgun dünya kurmalıyız, mukaddes hürriyet günlerinde erkeklerimizle işbirliği yapmalıyız. Kadın meselesi müzakereye konulunca, şimdiye kadar yalnız şeriat açısından tartışıldı. Fakat şeriatı çeşit şekilde anlamak var. Bu mecliste kurcalanan çok kadınla evlenme konusunda şeriatın hükmünü ayrı şekiller de yorumlayıcılar var. Bunlar birleşemediler. Bu soruna tarih açısından da bakmak gerek. Çok kadınla evlenme yalnız Müslümanlıkta olmamıştır. Avrupa’nın eski milletlerinin hepsinde cereyan etmiştir. Ancak medeniyetin ilerlemesiyle ortadan kalkmıştır. Bu, eski Arap kavimlerinde de olmuştur. Hatta bunlarda kadınların sayısı bile sınırlanmamıştı. Peygamberimiz İslamiyete başladığı zaman böyle idi. Peygamberimiz, kadına olan saygısından dolayı bu sınırsız işe bir sınır kesti, düzen verdi. Bu o zaman ki Araplara ağır geldi. Araplar, İslamiyete saygılarından ötürü, çok kadın yerine dört kadına razı olmuştur. Çok kadınla evlenme eskiden vardı. Ama şimdi bu mümkün değildir. Şimdi vicdanla iş görmek ve yaşamak mecburiyetindeyiz. Eski adetler zamanla değişiyor ve kalkıyor.
* Rusya’da Birinci Müslüman Kongresi, İhsan Ilgar,1988. s.381-383,393.
Mehmet Poyraz - mehmetpoyraz01@gmail.com
SEBİLÜRREŞAD DERGİSİ OCAK 2019 SAYI:1036
Almanlar Sebîlürreşad’ı neden satın almak istemişlerdi?
Almanlar, İslamcı politikaları uğruna Sebîlürreşad’ın da içinde yer aldığı birkaç dergi ve gazeteyi satın almak isterler. Dönemin Alman arşiv kayıtlarında da vardır bu satın alma girişimi. Araştırmalar yapılır ve İstanbul’dan Berlin’e bir rapor gider. Sebîlürreşad’ı satın almak mümkün değildir. O dönemin İstanbul ve Berlin ilişkilerini düşündüğümüzde diyebiliriz ki, Almanlar dergiyi satın alamayınca kapatılması için dönemin Osmanlı hükümetine baskı yapmıştır.
TÜRKÇÜLÜĞE önem vermesiyle bilinen ve kimi çevrelerce hakkında övgüler yapılan Alman Şarkiyatçı Martin Hartmann, Mehmet Âkif’ten neden hoşlanmamıştı? Birinci Dünya Savaşı başlamış, gemilerinin Karadeniz’de Rus donanmasına saldırmasıyla beraber Osmanlı Devleti, Almanya ile Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun yanında savaşa dâhil olmuştur. Bu saldırıdan kısa bir süre sonra, Almanların da desteğiyle, 11 Kasım 1914 günü, cephelerden Almanya’ya esir düşen Müslümanlardan seçilen birkaç esirin de İstanbul’a getirilmesiyle Cihad-ı Ekber ilan edilir. Tören için İstanbul’a esir getiren Alman görevli Schabinger ile birlikte Şeyh Salih Tunusî ve Mehmet Âkif de Berlin’e gider. Her ikisi de cephelerden Almanya’ya esir düşen Müslümanlara Cihad tebliğ ederken, bir yandan da Alman kamuoyuna cihadı anlatacaklardır.
Tunuslu Şeyh Salih, Almanya’da el üstünde tutulur. Önemli bir din adamı ve politikacıdır Almanlara göre. Bulunduğu ortamlarda dikkati üzerine çeken Şeyh Salih’e gösterilen ilgi Mehmet Âkif’e yoktur. Şeyh Salih’ten duydukları memnuniyeti İstanbul’a telgrafla bildiren Alman yetkililerin Âkif için aynı duyguları taşıdıkları söylenemez. Bunu Schabinger’in anılarında da açıkça görmekteyiz.
Schabinger’in, hatıratında Şeyh Salih’in önemli bir kişi olduğundan ve Enver Paşa’ya yaptığı yardımlardan bahsederken Mehmet Âkif için küçümseyici cümleler kullanması dikkat çekicidir:
“Gerçek bir Türk olan ikinci refakatçiyi bana kimin getirdiğini şimdi tam hatırlayamıyorum. O, İstanbul’daki dinî bir derginin muharriri idi.”
Schabinger’in burada sözünü ettiği dergi Sebîlürreşad, muharriri de Mehmet Âkif’ti. İlginç bir şekilde, Şeyh Salih’le olan dostluklarından ve birlikte yaptıkları çalışmalardan bahseden Schabinger, Mehmet Âkif’ten söz etmekten kaçınır. Buna benzer bir değerlendirme de Alman Oryantalist Martin Hartmann’ın anılarında yer alır. Hartmann, Şeyh Salih ve Mehmet Âkif ile tanışmasını şöyle anlatır:
“Bugün, sıra dışı ilginç bir karşılaşma oldu. Şeyh Salih gerçekten sıradan biri değil. Zavallı Türk ise onun tam tersi. Salih ne istediğini biliyor. Ve istediği şeyleri başarılı bir şekilde anlatmasını da… Böyle bir adam ile çalışılabilir. Şeriatın doğruluğuna olan inanmışlığına rağmen onunla bir anlaşma zemini gerçekleşebilir.”
Alman görevlilerle aralarında bir anlaşmazlık olduğu açıkça hissedilen Mehmet Âkif’in Almanya’da İslam Üniversitesi kurma fikrini de Hartmann yazısında ele alır:
“Almanya’da, Müslüman hocalar tarafından eğitim verilecek İslamî üniversite kurulması fikri hoştu! Bilim konusundaki bu idraksizliğe daha sert bir tepki vermediğim için sabrıma hayran kalmışlardır herhalde. Bilimin ne olduğu konusunu bu sınıflara açıklamanın elbette hiçbir faydası yok. Bir süre daha bu böyle geçecektir. Bugün beni ziyaret eden Mehmet Âkif ile Mehmet Emin üzerine öğretici bir görüşme yaptım. Mehmet Âkif, yeni zamana ayak uyduramamış Türk dar kafalılığının bir temsilcisi olarak, eski yöntemlere göre verimsizce çalışmak arzusundadır. Ne mutlu ki bana, gayet sakindim. Neticede böyle insanlarla kavga etmenin getireceği hiçbir şey yok...”
Sebîlürreşad’da yayınlanan Berlin Hatıraları adlı seri şiirlerinden başka Almanya’ya dair hiçbir şeyi yazmayan Âkif, ömrünün geri kalan kısmında da bu konuya yine detaylı şekilde girmemiştir. Âkif Almanya günlerini yazmamıştır ama dostlarına kısa kısa anlatmıştır. Mithat Cemal ve Eşref Edib ile yaptığı dost sohbetlerinde Berlin konu edilir. Sebîlürreşad imtiyaz sahibi Eşref Edib Fergan, hatıratında Âkif’in Almanya seyahatinden bahseder. Fergan yazısında, esir Müslümanlara özel gazete çıkarıldığını, onlara iyi davranıldığını, cami yapıldığını belirtirken, bütün bunların Almanlar tarafından yürütülen bir siyaset, Osmanlı’ya karşı bir cemile olduğunu da ifade eder:
“Harbiye Nezareti’ne merbut Teşkilat-ı Mahsusa kendisine mühim vazifeler tevdi etti. Bunun üzerine Berlin’e gitti. İtilaf Devletleri ordularından alınmış birçok Müslüman esirler vardı. Almanlar bunları diğer esirlerden ayırmış, bunlara mahsus kamplar yapmışlardı. Üstad, Müslüman esirlerin geçirdiği hayatı görmek ve onlara bazı şeyler söylemek için Berlin›e gitmişti.” Mithat Cemal ile Mehmet Âkif dost meclisindedirler. Sohbet, Âkif’in Almanya günlerine gelir. Âkif Berlin’de iken tanınmış Alman müsteşrikleri sorulur kendisine. Cevaplandırır soruyu ve “Hartmann’mış” der. Âkif konuşmasının devamında tanışmak istediğini, zaten Hartmann’ın da kendisiyle görüşmek istediğini söyler. Almanya’nın tanınmış müsteşriklerinin içerisinde önemli yeri olan Martin Hartmann ile bir araya gelirler. Buluşmalarında her haliyle Oryantalist olduğunu belli eden Hartmann’ı “ilim dalaverecisi” diye tanımlayan Mehmet Âkif şu ifadeleri kullanır:
“Benim gözümü boyamak isteyen birtakım umumî laflar etti. Ben dediklerini dinler gibi göründükten sonra, ‘En iyi bildiğiniz Türk şairi kimdir?’ dedim. O tereddütsüz ‘Fuzuli’ diye cevap verdi. Sonra şunu ilave etti: ‘Ben şimdi bunu yazmakla meşgulüm.’ Bir de gördüm ki, herif Fuzuli’yi okuyamıyor, hele hiç anlayamıyordu. Artık tahammülüm kalmadı, ‘Ben’ dedim, ‘Bilgilerinizin sınırını takdir edecek durumda değilim, fakat size bir şey söyleyeyim mi? Fakat sizin en bilmediğiniz ve anlamadığınız Türk şairi Fuzuli’dir, buna emin olun’. Herif iki gün sonra Fuzuli’nin ‘Su Kasidesi’ni öğretmemi benden rica etmesin mi?”
Martin Hartmann’ın o dönem İstanbul’da görüştüğü ve kendine göre samimi bulduğu yazar ve şairlerin Türkçü olması dikkat çekicidir. Halide Edib ve Mehmet Emin gibi Türkçü isimlerle devamlı görüşen ve bunları dost edinen Hartmann, Âkif’ten adeta nefret ediyordu. Mehmet Âkif ona göre bir İslamcı değildi. Yönlendiremiyordu.
Sebîlürreşad, 18 Mart 1915 tarihinde Şeyh Salih ile birlikte Mehmet Âkif’in İstanbul’a döndüğünü okuyucusuna duyurur. Mehmet Âkif, Berlin’den gelmesinden kısa bir süre sonra Şeyh Salih Tunusî ve Kuşçubaşı Eşref ile birlikte Necid çöllerine gider.
Devletin görevlendirmesiyle Arap coğrafyasını dolaşan Âkif, buralardaki Osmanlı vatandaşı insanlara yaşanan savaşı anlatarak birlik olunmasını sağlamaya çalışır. Almanlar Âkif›ten hoşlanmamıştır. Şeyh Salih ise talep görmeye devam eder. Almanların isteğiyle, Şeyh Salih tekrar Almanya’ya giderek propaganda çalışmalarına devam eder ve savaş bitene kadar bu ülkede kalır. Sebîlürreşad, 1916-1918 yılları arasında 20 ay yayınlanmaz. İttihat ve Terakki Hükümeti yayınlardan rahatsız olur. Sebîlürreşad birkaç defa kapanır.
Derginin bu dönemde kapalı kalması hayli düşündürücüdür. Sebîlürreşad’ın çıkmaması, daha çok savaş nedeniyle yaşanan kâğıt sıkıntısına dayandırılır.
Kâğıt sıkıntısı doğrudur, ancak öte yandan İttihat ve Terakki’nin desteklediği Tanin gazetesi kesintisiz çıkmaya devam eder. (Almanlar kâğıt sıkıntısının üstesinden bir şekilde gelmekteydi.)
İslam politikasının güdüldüğü bir dönemde, İslamcı bir yayının kâğıt sıkıntısından dolayı çıkmaması tuhaf bir durumdur. Hâlbuki böyle bir dönemde Sebîlürreşad’a çok ihtiyaç vardır. O dönemle ilgili bir de şöyle iddia var: İttihatçıların içindeki belli bir kesimin dinde reform çalışması yürüttüğü için, buna Sebîlürreşad’ın karşı durmasını engellemek maksadıyla derginin yayınları durdurulmuştur.Kapatılma ile ilgili şu bilgiler de önemlidir: Almanlar, İslamcı politikaları uğruna Sebîlürreşad’ın da içinde yer aldığı birkaç dergi ve gazeteyi satın almak isterler.
Dönemin Alman arşiv kayıtlarında da vardır bu satın alma girişimi. Araştırmalar yapılır ve İstanbul’dan Berlin’e bir rapor gider. Sebîlürreşad’ı satın almak mümkün değildir.
O dönemin İstanbul ve Berlin ilişkilerini düşündüğümüzde diyebiliriz ki;
“Sebîlürreşad, Almanya’nın baskısıyla kapatılmıştır.”.
Mehmet Poyraz - mehmetpoyraz01@gmail.com
SEBİLÜRREŞAD DERGİSİ ARALIK 2018 SAYI:1035
Osmanlı banknotlarına İngiliz müdahalesi
Yerel halkın kağıt parayı kabul etmemesi Osmanlı banknotunun değerini düşür. Irak Cephesi’ne gelen Cihat birliği Asya Taburu bu duruma şaşırırken, banknotun değerlenmesi için Halil Paşa çözümler üretir.
BİRİNCİ Dünya Savaşı’nın başlama nedeni ekonomiye dayalıydı. Sömürülecek zengin topraklar sadece Darü’l-İslâm’ın Osmanlı coğrafyasında kalmıştı. Bir de Afganistan vardır, fakat daha o zamanlar o kadar cazip değildir. Osmanlı Devleti, sömürgeci Batı’ya karşı kahramanca savaşır. Savaş boyunca, dünyanın yüzlerce kilometre yürüyen tek ordusuna sahip olan Osmanlı, bu haliyle de büyük ihtimalle tarihte ayrı bir yere sahiptir. Irak’tan Kafkasya’ya, Erzurum’dan İstanbul’a, İstanbul’dan Filistin’e, Kanal Cephesi’ne, Çanakkale’den Irak Cephesi’ne yürüyen bir ordu düşünün… Osmanlı Ordusu, savaş boyunca devamlı hareket halindedir. Konumuz gereği ele alacağımız Irak Cephesi’nde, Türk Ordusu’nun tamamı Anadolu’dan gitmiştir. Anadolu’dan giden askerler arasında Rusya adına savaşa katılan ve sonrasında da Batı Cephesi’nde Almanlara esir düşen, Cihad-ı Ekber ilan edildiğinde Osmanlı adına Irak Cephesi’ne giden Asya Taburu da vardır.
Bu taburun askerleri Rusya Müslümanlarından oluşmaktaydı ve çoğunluğu İdil – Ural sahasından olmak üzere Kırım, Türkistan ve Kafkasya’dandı. Savaşa Rusya adına katılan bu Müslümanlar esir düşüp Almanya ve Avusturya’daki kamplarda tutulmaya başlanmış, İstanbul’un Cihat ilan etmesiyle Osmanlı saflarında İngilizlere karşı savaşmaya gönüllü olmuşlardı.
1916’nın Mayıs ayının ilk günlerinde İstanbul’a özel trenle gelen 1000 kişilik Asya Taburu, sonbaharda Irak Cephesi’ne gitme emri alır. Anadolu’dan Suriye’nin Cerablus şehrine geçerken ilginç bir durumla karşılaşırlar. Kendilerine maaş olarak verilen kâğıt paranın buralarda hiç kıymeti olmadığını anlamakta zorlanırlar. Zira kendi ülkelerinde, Almanya ve Avusturya’da hiç böyle bir durum ile karşılaşmamışlardır. Öte yandan, daha önce de böyle bir şey duymuş değillerdir.
Asya Taburu askerlerinden Hidayet Çavuş yaşadıklarını şöyle anlatıyor:
“Yine trenle yol çıktık. Bu civardaki köylerin bir kısmı Kürt köyleriydi. Köy ahalisi askere bulgur hazırlamakla meşguldü. Sadece orada askerlere üzüm, karpuz ve yoğurt satmaya gelen Araplar samimi değillerdi. Onlar bizden kâğıt para almak istemiyorlar, sadece altın ve gümüş para soruyorlardı. Biz ilk defa kâğıt para almak istemeyenleri görünce şaşırdık. Kâğıt parayı alan da değerini azaltarak almaya, bir lirayı iki mecidiye olarak hesaplamak istiyordu. Yoldaşlarımız, ‘Bu nasıl söz? Kâğıt parayı tanımamak, devleti tanımamak değil mi? Biz devletten bu paraları alıyoruz!’ diye kızmakta haklılardı. Çünkü onlar bugüne kadar hiçbir devlette altın, gümüş, kâğıt paraları ayırt edenleri görmemiş ve işitmemişlerdi. Hükümetten çok zorlukla aldıkları on on beş kuruş kağıt paralarını kendi istedikleri gibi harcayamamaları, askerlerin durumunu zorlaştırıyordu. Askerler vatan hasretiyle yanarken, Arapların ‘Türkler yenilirse onun kâğıt parasını kim alır?’ diye düşünmeleri askerler arasında nefret uyandırıyordu.”
Asya Taburu, burada para konusunda yaşadıkları sıkıntının daha fazlasını ilerleyen zamanlarda Irak’ta yaşar ve zamanla bu duruma alışır.
Osmanlı ilk kâğıt parayla 1840 yılında, Sultan Abdülmecid döneminde tanıştı. “Kaime-i Nakdiye-i Mutebere” adıyla para yerine geçen kâğıt, para olmaktan çok, faiz getirili bir borç senedi veya hazine bonosu niteliğinde çıkarıldı. Bu paralar matbaada basılmıyordu. Elle hazırlanıyor ve her birine resmî mühür vuruluyordu. Bu durum, kaimelerin kolayca sahtelerinin yapılmasını beraberinde getirdi ve kâğıt paraya bir güvensizlik oluşturdu. Sahte paranın önlenmesi adına 1842 yılından itibaren kaimeler matbaalarda basılmaya başlandı ve el yapımı olanlarla değiştirildi.
Daha savaşa girmeden, 3 Ağustos 1914 tarihinde Osmanlı Bankası banknotlarına tedavül zorunluluğu getirilir. Böylelikle banknotların piyasada altın sikke gibi alınıp verilmesinin önü açılır. Aynı yıl, 5 Ekim günü de altın ihracı yasaklanır. Bütün savaş boyunca da Almanya ve Avusturya – Macaristan’dan borç alınır. 161 milyon lira tutarındaki kâğıt para piyasaya sürülür.
Savaşın başlamasıyla, para sistemindeki sorunları gidermek adına, devletin uzun yıllardır gündeminde olan Tevhid-i Meskukat Kanunu çıkarılır. 8 Nisan 1916 tarihli bu kanuna göre 1 lira, 100 kuruş olarak belirlenir. Savaş masraflarını karşılamak için kâğıt para daha çok basılmaya başlandı. Bu haliyle ekonomiyi de olumsuz etkileyen kâğıt parayı o dönem Anadolu, Irak ve Suriye köylülerinin önemli bir çoğunluğu tanımıyor ve bilmiyordu. Mallarına karşılık olarak devamlı madeni para talebinde bulunuyorlardı. Vaziyet böyle olunca, köylülerle yapılan alışveriş öncesi eldeki kâğıt para, madenî paraya dönüştürülüyor, ardından da ticaret gerçekleşiyordu. Birinci Dünya Savaşı sırasında Irak’ta bulunan İngilizler, Osmanlı ekonomisine müdahalede bulunurlar. İngilizlerin hesabına göre 1 altın Türk lirası, 140 gümüş akçe, 1 mecidiye de 22 buçuk ufak gümüş akçeye karşılık gelir. İngilizler, Osmanlı’nın kâğıt parasını da tedavülden kaldırırlar. Bölgede hiçbir hükmü yoktur kâğıt paranın. Araplar bu yüzden Osmanlı’nın kâğıt paralarını hiçbir şekilde kabul etmezler. Arap tüccarlar halktan aldıkları altın ve gümüş paraları İngilizlere verir ve bu yolla ticaret yapıyorlardır. Kimi Arap tüccarlar, Osmanlı’nın değil de İngilizlerin tebaası gibi hareket ediyordu. Osmanlı askerleri bu hal üzere Irak’ta İngilizlerin geliştirdiği ekonomi politikasından etkilenirler. Askerlerde altın ve gümüş para yoktur, kâğıt paraları vardır. Erzakları ve çeşitli ihtiyaçlarını karşılamakta zorlanırlar.
Askerlerin kâğıt para sıkıntısı başka tüccarlar tarafından kısmen de olsa çözülür. İstanbul veya Anadolu’ya geçip ticaret yapan tüccarlar, askerlerden kâğıt paraları çok düşük değerden alıyorlardır. Askerler buna mecburdurlar, zira yapacak bir şey yoktur. Askerlerin pazara götürüp tüccarlarla takas ettiği altı yedi kâğıt lira, 1 altın lira değerinde oluyordur. Irak’ta Osmanlı askerinin ihtiyaçlarını kâğıt para ile karşılamak neredeyse olanaksızdır. Bu durum Osmanlı Ordusu’nu zor duruma sokar. 17 Aralık 1915 tarihinde Irak Komutanlığı’na müracaat eden Semave Kaymakamı Aziz Bey, kendisine yollanan 46 adet banknot ile alışveriş yapmanın imkânsız olduğunu bildirir. Banknotları iade edeceğini ve karşılığını madenî para olarak almak isteyen Aziz Bey’in aşiretlere vereceği ödeneği kalmamıştır.
18 Mart 1916’da 13’üncü Kolordu ile 18’inci Kolordu’nun yanı sıra İran’daki harekâta dörder bin, Süvari Tugayı’na bin lira, altın ve ufaklık olarak gönderilir.
Osmanlı banknotunun buradaki itibarsızlığı ve madenî para karşısındaki değersizliği, savaş yılları boyunca artan bir değişme gösterir. 1916’nın Ekim ayında, Hay bölgesinde 2000 lira, 800 kâğıt liraya denk geliyordu. Mayıs 1917’de 100 kuruşluk banknot, İstanbul’da 35 kuruş ederken Konya’da 30, Halep’te 25, Musul’da 10, Bağdat ve civarında 8 kuruş etmekteydi.
Bağdat’tan Türk Ordusu’nun ayrılmasıyla beraber banknotun değeri iyice düşer. 3 ilâ 3 buçuk kâğıt lira, 1 altın liraya düşmüştür. 1918 yılının ilkbaharına gelindiğinde, Musul’da 1 altın lira 6 ilâ 6 buçuk kâğıt lira ediyordu. İstanbul’da ise 3 ilâ 3 buçuk kâğıt lira, 1 altın lira tutarındaydı. Kerkük’te durum daha kötüydü. 1 altın lira, 7 ilâ 7 buçuk liraya denk gelmekteydi.
23 Kasım 1916 günü, Irak Cephesi’nde bulunan VI. Ordu Kumandanı Halil Paşa, Osmanlı banknotunun değerinin artması için bir dizi önlemler alınması için emir yayınlar. Buna göre VI. Ordu bölgesinde yer alan, Bağdat, Musul, Zor ve İngilizlerin olmadığı Basra’nın bir bölümünde altın paralar Halil Paşa tarafından tedavülden kaldırılır. Riayet etmeyenlere ağır cezaların da geldiği bu uygulamada pek başarılı olunamaz. Halil Paşa 31 Ekim 1917’de Başkumandanlık Vekaletine yazdığı raporda, bölgede kağıt paranın bir türlü geçerli akçe olamadığından yakınır. Savaşın sonlarına doğru 1 liralık banknot 10 guruş ederindedir. Kağıt paranın böyle olması sivil halk açısından bir sakıncası yoktur. Fakat bölgede görevli askerler, memurlar ve bunların aileleri epey etkilenir. Devletten kağıt para şeklinde maaş alıyorlardı. Resmi olarak paraları yüklüce vardır ama tüccarın, esnafın gözünde değeri düşüktür. Osmanlı banknotunun değerinin yükselmesi için Musul Valiliğinden VI. Ordu Kumandanlığına bir öneri gelir. Ordunun olumlu baktığı öneriye göre, bölgede devlet vergi toplarken kağıt para tahsilatına da önem verilecektir. Örneğin vergi borcu150 guruş ise, vatandaş bunun 15 guruşu kağıt para olarak ödeyecektir. Uygulama işe yarar. 1 liralık banknotun değeri iki ay gibi sürede 10 guruştan 18 guruşa yükselir. Kağıt para bu şekilde değer kazanmaya devam ederken, İstanbul’dan, Dahiliye ve Maliye Nezaretlerinden tepki gelir. Dönemin hükümeti bu şekilde vergi toplanmasına karşı çıkar.
Halil Paşa vergi toplama uygulamasının bu haliyle devam etmesi için Dahiliye ve Maliye’ye yazı yollar. Paşa’nın isteğine yanıt verilmez. Osmanlı banknotun yeniden değerini yitirmeye başlar ve topraklarını da.
Kaynaklar: I-ATASE Arşivi, II-Orhan Avcı, Irak’ta Türk Ordusu 1914 - 1918, Vadi Yayınları, 1.Baskı, Ocak 2004.III-Yana Milli Yul Dergisi, Berlin, 1932, Sayı:2. “Arap alfabesiyle Tatarca yazılmış metni çeviren Kazan Müslümanlarından İlyas Miftakhov’a teşekkürler.”
Mehmet Poyraz - mehmetpoyraz01@gmail.comSEBİLÜRREŞAD DERGİSİ - KASIM 2018 SAYI:1034
17 Ekim 2018 Çarşamba
Acılarını mutlulukla kaleme alıyor
Üniversiteden sonra bir kitabı
olmasını çok ister. Fakat daha buna zaman vardır ve kendisini hazır hissetmez.
Daha çok okuması gerektiğini düşündüğünden yazmaya eli gitmez. Öğretmenlik
mesleğine başlamasının ardından denemeler ve şiirler kaleme alır. Edebiyat
yayınlarında yazdıklarının bir bölümü yayınlanır. Okuduklarına ve
gözlemlediklerine dair notlar tutmaya, şiirler biriktirmeye başlar.
Her
daim güler yüzlüdür…
Konuşmalarına dikkat eden, cümlelerini özenle seçen Gurbet
Duymuş’u tanıdığımda dedim ki, “Bir öğretmene, mesleği ancak bu kadar yakışır”.
Mesleğini, yaşamını idame etmek için değil de kendisine yaşam boyu verilmiş bir
vazife gibi görüyordu.
Kültür-sanat adına düzenlenen “Türkiye hepimizin, Türkçe
hepimizin” vurgulu etkinliğin fikir sahibi ve koordinatörü idi. Daha
başlamamıştı etkinlik. Gurbet Hanım oradan oraya koşturuyor, hazırlıkları,
çalışmaları kontrol ediyor, bir aksilik çıkmaması için gayret gösteriyordu.
Endişeliydi de biraz, her şey yolunda olmalıydı. O koştururken, ben hiçbir şey
yapmadığım halde yorulduğumu hissettim. Heyecanlı ve telaşlı haline,
koşturmasına bakan insan, ister istemez kendini yorulmuş hissederdi. “Onun
yorgunluğunu başka bir insan neden hissetsin?” diye soracak olursanız,
cevabını da vereyim: Elbette bunun nedeni, yaymış olduğu enerjiydi. İnsanlarla
kurduğu iletişim mükemmel ötesidir.
Konuşmasına yüz ifadesini de yakıştırıyordu. Her insan bunu
yapamaz.
Kendini eğitime, edebiyata, sanata adayan; bir yandan
okuluna, öğrencilerine koştururken diğer yandan da edebiyat alanında çalışmalar
yürüten Türkçe öğretmeni Gurbet Duymuş, 1976 yılında, Manisa’nın Salihli
ilçesinde dünyaya gelir. Liseyi bitirene kadar, Bozdağların sırtındaki
Salihli’de yaşar.
Yaşadığı ev yöreye özgü klasik, tek katlı ve bahçeli idi.
Anne ev hanımı, baba işçidir. Hafta sonları yaptırılan banyolarda başına sabun
ve su tası yiyen nesilden olan Gurbet Hanım, soba üstündeki güğümü de son defa
ailesinin evinde görür. Çocukluğunda ne zaman yağmur yağsa, ayak yalın evden
dışarı çıkar, öylesine dolaşır.
Evde olmadığı fark edilince ailesi dışarı çıkıp çamurdaki
çıplak ayak izlerini takip ederek bulur kendisini.
Kendisinden sonra dört fert daha katılır aileye.
Kardeşlerinin ikisi kız, diğer ikisi erkektir. Sokakta arkadaşlarıyla
yorgunluktan bitap düşene kadar yakan top oynar, arada kardeşlerine de bakardı.
Kardeş önemliydi.
İlk ödül:
Binlerce adım gibi…
Yazmaya çok küçük yaşta heveslenir. İlkokul yıllarında,
Kütüphaneler Haftası kapsamında Manisa ili genelinde düzenlenen kompozisyon
yarışmasında birinci olur. İl birincisi olduğunu, sabahleyin “Andımız”
yemininden sonra okulun müdür yardımcısı mikrofonla açıklar. Birinci olduğunu
duyar duymaz bin bir hale bürünür; heyecanlanır, utanır, kıpkırmızı olur, elleri ayakları
titrer...
Müdür Yardımcısı Burhanettin Bey kendisini kürsüye davet
ettiğinde, o kısacık birkaç adımlık mesafe, Gurbet Hanım’a binlerce adım gibi
gelir. Yarışmaya son anda, öğretmeninin desteğiyle katılmıştır:
“Kendi başıma yazdığım, ilkokul öğretmenimin yarışmaya
katılma süresinin dolmak üzere olduğu bir zamanda fark ettiği, benim de son
anda temize çektiğim kompozisyon, il birinciliğine layık görülmüştü.
‘Okulumuzun öğrencisi Gurbet Oral, kompozisyon dalında il birincisi olmuştur’
açıklamasını duyduktan sonra öyle bir heyecanlandım ki, o anı ömür boyu
unutamam. Belki de edebiyat öğretmenliğimin temeli bu yarışmadır. Belki de
öğrencilerimi yazmaya sürekli teşvik edişim bu yüzdendir.”
Oturdukları mahallede bulunan halk kütüphanesi onun için bir
şanstır. Kitap alamasa da dert etmez; yanı başlarında kütüphane vardır. Roman,
hikâye, dergi, şiir, ne bulursa okur. Bir gün komşuları, evde bulunan eski
gazete ve dergileri evin önüne bırakır. Bunları görür ve alır, eve getirir.
Evin avlusundaki merdivene dizer dergi ve gazeteleri, başlar tek tek okumaya. O
esnada da öğretmeni kendisini fark eder. Tam yarım saat Gurbet Hanım’ı izleyen
öğretmeni, bu anları, ertesi gün sınıfta bütün çocuklara anlatır. Bundan
mutluluk ve gurur duyan Gurbet Hanım, kendisini daha çok okumaya verir.
Öğretmeni de teşvik etmeye devam eder. Kitap konusunda tavsiyelerde bulunur.
Tavan arasında…
İlkokulu bitirdiğinde, babası ortaokula göndermeyeceğini
söyler. Buna çok üzülür ve içerler. Aklınca ailesinden intikam alacaktır.
Evden kaçar. İki gün ararlar kendisini. Bulamazlar hiçbir
yerde. Evden kaçmıştır, fakat uzağa gitmemiştir. Tavan arasında kalır ve burada
kendisini gizler. El ayak çekildiğinde aşağıya iner, ekmek yiyip su içtikten
sonra tekrar tavan arasına çıkar. Ailesinin bundan haberi olmaz. Ev halkı
perişan olur. En sonunda babasının,
kızının eve dönmesi halinde ortaokula yazdıracağını işitir ve aşağıya iner.
Liseye kadar Salihli’de yaşar. Üniversite eğitimi için
Trabzon’a gider. Karadeniz Teknik Üniversitesi Fatih Eğitim Fakültesi Türk Dili
ve Edebiyatı Öğretmenliği Bölümü’nü bitirir. Aslında avukat olmak ister. Baba
avukatlığa karşıdır. Öğretmenliği tercih eder.
Üniversitede dört yıl derslerine giren Prof. Dr. Nazan
Bekiroğlu’ndan edebiyata dair kıymetli bilgiler edinir. Edebî kimliğinin
şekillenmesinde Nazan Bekiroğlu önemli rol oynarken, fikir ve dünya görüşünün
şekillenmesinde Prof. Dr. Osman Kemal Kayra önemli bir isimdir.
Üniversiteden sonra bir kitabı olmasını çok ister. Fakat daha
buna zaman vardır ve kendisini hazır hissetmez. Daha çok okuması gerektiğini
düşündüğünden yazmaya eli gitmez. Öğretmenlik mesleğine başlamasının ardından
denemeler ve şiirler kaleme alır.
Edebiyat yayınlarında yazdıklarının bir bölümü yayınlanır.
Okuduklarına ve gözlemlediklerine dair notlar tutmaya, şiirler biriktirmeye
başlar. Yazmak için iyice pişmenin gerekli olduğuna inanan Gurbet Duymuş’un,
çevresinin de etkisiyle, tuttuğu o notlarından ve şiirlerinden oluşan Ruhumun
Perdeleri adlı ilk kitabı 2017 yılında okuyucusuyla buluşur.[1]
Şiir ve yazılarında bir arayış, bir kayboluş ve sonunda
inanca sığınarak korunaklı bir yuvaya varış duygusu sezilir. Şiirlerinde
tasavvufî bir sığınış gözlemlenen Duymuş, mısralarıyla kalemin limanlarına
sığınmakta ve sükûnu Âlemlerin Sahibine adanmakta bulmaktadır:
“Ruhumdaki o büyük cendereyi/Sükûna erdir, ey Âlemlerin
Sahibi!”[2]
Kitapta yer alan yazılarında ve şiirlerinde yaşamından
kesitlerde sunar. Kelimeler şiirinde, kelimelerin inanç yolunun bir
basamağı olduğuna vurgu yapar.[3]
Okumak başlıklı anı türü yazısında, okumanın büyülü bir dünya olduğundan ve
çılgınca okuduğundan bahseder.[4]
Sıkıntılarını kitaplar sayesinde atlattığını, okuduğu kitaplar sayesinde
zenginleştiğini ve bu yüzden yokluğu hiç hissetmediğini anlatır.
Ruhun dua hali…
Türkçem adını verdiği yazısında Türkçeyi konu eder.[5]
Ona göre Türkiye’de yaşayanlar, ırk ayrımı yapmadan güzel Türkçe konuşmalıdır.
Türkçeyi “duru su” olarak tarif eder; aziz ve mübarektir Türkçe:
“Onunla dile gelir aşkım, onunla dile gelir bayrağım. Vatanım
onunla dile gelir. Ecdadım, geçmişim, geleceğim; ben onu sonsuza kadar
seveceğim. Her ne kadar her tabelayı İngilizce istila etse de, her ne kadar
başka dillerle kirletilse de, her ne kadar onu yıpratmak için oyun oynansa da
ben Türkçe düşüneceğim, ben Türkçe rüyalar göreceğim, ben Türkçe şiirler söyleyeceğim.
Türkçe yazılar kaleme alacağım ve ben son nefesime kadar Türkçe türküler
söyleyeceğim.”
Dalgalar yazısında okurlarını denizin kıyısına götürür.[6]
Hangi deniz olursa olsun, satırların okuyucuları o sahildedir. Kıyıya vuran
dalgaları, özlediğine kavuşan insana benzetir:
“Sahille öpüşen, kucaklaşan, sevişen dalgalar; ebedî
kavuşmanın iştiyakı değil midir? Ta ötelerden çılgınca kopup gelen dalgalar
kıyıya varana kadar öfkesi yavaş yavaş dinen ve sonunda özlediğine varınca her
şeyi unutan insanın ruh hali değil midir?”
Adını taşıyan dörtlükte özleme dair duygularına yer verir.[7]
Gurbette oluşu ruhunu çürütmektedir:
“Gurbet
Tahammülsüzüm bu akşam yine
Cismim burada ruhum ötelerde
Özlem denen bu merette
Ruhun milim milim çürümekte”
Gurbet Duymuş, kitabındaki bir başka şiirinde korkuyu “görünmeyen
acı” olarak tasvir eder.[8]
Korkularım dediği şiiri:
“Korkularım
Koşup giden, koşup gelen
Korkularım
Üstüme gelen
İdam ilmeğini boynuma geçiren
Korkularım
En zayıf yerimden vuran
Acıyan yanlarım
Ah, beni yok eden korkularım!
Hassas noktalarım
Derim yanlarım
Sakladığım görünmez acılarım
Korkularım…”
Acılarını mutlulukla kaleme alan Gurbet Duymuş’a yazmanın ne
olduğunu sorduğumuzda, “Ruhun dua halidir” diyor ve şöyle devam ediyor:
“Yazmak, bir çeşit ruhun dua halidir ve mütevekkil bir
şekilde kendini duyurma şeklidir, varlığın ‘Ben de buradayım’ kaygısıyla kaleme
sarılıp âlemde bir nokta olma çabasıdır. Özgürce, sınırsızca, kural koymadan,
bağıra çağıra, vura kıra, duygularını haykırarak yazmak... Sınırlarınızı yıkıp
sonsuz kelimeler ülkesinde özgürce yazmak... Ruhunuzda biriken öfkeyi, kaygıyı,
acıyı, cerahati bu yolla sayfalara aktarmak...
Kâğıdın kirlenmesine, açılmasına, sevinmesine, ağlamasına,
coşmasına izin vererek yazmaktır. Bunları paylaşmak istemiyorsanız, başka! Ama
içsel anlamda müthiş bir rahatlama hissedersiniz. Hele paylaşırsanız, emin
olun, tüm mesajlar yerini muhatabını buluyor ve gizli gizli okuyan, takip
edenler, eminim çok mutlu oluyor. İşte yazmak, bu noktada çevreden, insanlardan
ve hayattan intikam almaktır! Acıların, üzüntülerin ve sevinçlerin, heyecan ve
çılgınlıklarınla hayata hem dört elle sarılmak, hem de varlığını sahneye
yansıtma sanatıdır.”
Yazma gayesini, “Yazayım ki sızılarım dine, gönlüm
dinlene, kalemim insanlara merhem olup dertlere derman, ruha şifa eyleye!”
diye anlatan Duymuş, ruh yangınının kalemidir adeta. Yazar, zaman zaman
yeryüzünde söylenmemiş söz kalmadığına dair kaygılar taşır, yazdıklarını gün
yüzüne çıkarmaktan korkar. Bunu, “Söylenmemiş söz kalmadı yeryüzünde,
kelimeler çaldım bilinmez kelamistanlardan” ifadesiyle dile getirir.
Kitabında, “Yazmak da bir çeşit ibadet değil midir?”
şeklinde bir soru yöneltir ve şöyle yanıtlar:
“Vicdanımızın sadakası, ruhun fitresi, imanın zekâtı…”[9]
[1]-Gurbet Duymuş, Ruhumun Perdeleri,Progo
Ajans Yayınları, Ankara 2017.
[2]-age., s.22.
[3]-age., s.60.
[4]-age., s.72.
[5]-age., s.31.
[6]-age., s.46.
[7]-age., s.26.
[8]-age., s.15.
[9]-age., s.12.
..............................
MEHMET POYRAZ
SEBÎLÜRREŞAD DERGİSİ, EKİM 2018, SAYI:1033, S.28,29
Sovyet tarımından Kara Cuma’ya
Türkiye’deki tarım politikasına
alternatif olarak, çürümüş Sovyet sistemini ısıtmaya çalışanların görüşlerine
kısa bir reddiyedir bu yazı.
1917’nin sonlarına doğru Çarlık
Rusya’sı topraklarında Ekim Devrimi gerçekleştiğinde, ülke, dünyanın en fakir
ülkelerinden biridir. Bolşeviklerin gerçekleştirdiği Ekim Devrimi’nin etkisiyle
Rusya, yaklaşık dört yıl sürecek olan korkunç iç savaşın içinde bulur kendini.
Köylü ve işçi sınıfının
ayaklanmasından birkaç ay sonra, 1918’in ilk aylarında başlayan ve 1922’nin
sonlarına doğru biten iç savaşta, o güne kadar ülkede görülmeyen bir açlık
yaşanır. Savaşan taraflar tahıl tarlalarını ateşe vermekten bile çekinmiyordur.
Kıtlık o derece kötüdür ki, kimi bölgelerde yamyamlık da görülür. Hatta o
yıllarda Kurtuluş Savaşı veren Anadolu insanları, Rusya Müslümanlarına
ellerinden geldiğince gıda yardımında da bulunurlar.
İç savaş bitip Rusya bölgesinin
monarşi rejimi Sovyet Sosyalist rejimine evirildiğinde, ülke açlıktan daha yeni
yeni kurtuluyordur. Zira daha iç savaş bitmeden 1921 yılında Bolşevikler,
yaşanan kıtlık sorununa çözüm yolu ararken, bu yönde ekonomi politikası
geliştirmeye başlamışlardır.
1928 yılında Sovyet Rusya’da
uygulamaya konulan birinci beş yıllık kalkınma planı, dört yıl üç ay gibi bir
sürede tamamlanarak amacına ulaşır. Sanayi üretimi yüzde 273 oranında
artmıştır. 30’lu yıllardan itibaren ise Sovyetlerde tarımın kontrolü yüzde
yetmiş civarında devletin kontrolündedir. “Kolhoz” adı verilen tarım
işletmelerinde insanlar çalışıyor, ülkenin kalkınmasına katkı sunuyorlardır.
Aynı zamanda çalışma kampı ve sürgün yeri görevi de gören kolhozlardaki
insanların çoğu Müslümandı. 1929’da dünya genelinde baş gösteren ve adına
“Büyük Buhran” denilen ekonomik kriz ülkeleri perişan ederken, Sovyetler zengin
bir ülke yolunda ilerlemeye devam ediyordu.
“Sovyetler sanayide nasıl
güçlendi ve zengin oldu?” sorusuna vereceğimiz cevap, çok kısa ve nettir.
Sanayinin artması adına, dışarıdan hammadde alma uğruna, dönemin Moskova
yönetimi bereketli topraklar üzerinde akıl almaz kararlar verdi. Bu topraklar,
daha çok Müslümanların yaşadığı Türkistan topraklarıydı. Tarım politikaları
öyle korkunçtu ki, bugün dahi izleri devam eden çeşitli doğal afetlerin
temelini o yıllarda atmışlardı. Dönemin en kıymetli ürünü anlamında ve bir tür
beyaz altın olan pamuk üretimi için nehirlerin yolunu değiştirdiler, gölleri
kuruttular ve yüzlerce, binlerce su kuyusu açtılar. Bu saydıklarımızdan dolayı
bölgede, özellikle Fergana’da heyelanlar yaşanıyor.
Pamuk üretip satıyorlardı,
karşılığında sanayilerini, ağır sanayilerini, silah sanayilerini
geliştiriyorlardı. Sovyetlerin doyumsuz şekilde sürdürdüğü tarım politikası,
40’lı, 50’li ve 60’lı yıllarda da devam etti. Tarım politikaları, tamamıyla
kalkınma politikaları üzerine kuruluydu. Özellikle 50’li yıllardan itibaren
ülke daha iyi bir şekilde kalkınmaya devam etti. Teknolojide ilerlediler. Uzaya
bile gittiler. O yıllarda hançerlenen bölgenin tabiatı, bugün hâlâ yaralı.
Tedavisi yok!
Yukarıda bahsettiğimiz kolhozlara
gelince… Sovyetlerde, kolhozlar üzerinden başka bir şeye daha imza atıldı.
Adına “Kara Cuma” dediler. Bugün hâlâ çıkmaya devam eden ve Moskova merkezli
yayınlanan Konsomolskaya Pravda gazetesinin 8 Ocak 1959 tarihli baskısında,
“Kara Cuma” isimli bir makale yayınlanır. Söz konusu makalede, kolhozlarda
çalışan Müslümanların dinî vecibelerini yerine getirmelerinden yakınılarak,
bunun ülke ekonomisine verdiği zarardan bahsedilir. İki ay sonra bu makaledeki
ifadeler Sebîlürreşad’da yer bulur. Köylerde hızla yayılmaya başlanan dinî
merasimlerden Sovyetlerin endişe ettiği belirtilirken, Müslümanların Cuma
gününe Bolşeviklerin “Kara Cuma” diyerek saldırdığı ifade edilirken, makaleden
de şöyle bir alıntı yapılır: “Dinî bayramlar, bazı kolhozların kalkınmasına
mani oluyor. Kolhozcular geziyor, iş yapılmıyor.”
Sovyet tarım politikasının
neticesinde ortaya çıkan Kara Cuma, bugün, Batı’da coşkulu şekilde “alışveriş
bayramı” adı altında kutlanıyor. Sadece Batı mı? Aynı uygulamanın Türkiye’de de
hayata geçirildiğini anlatmamamıza gerek yok sanırım.
MEHMET POYRAZ
SEBÎLÜRREŞAD
DERGİSİ, EYLÜL 2018, SAYI:1032, S.16
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)