10 Nisan 2018 Salı

Moskova ve Ankara’da aynı günlerde ne yaşandı?




Türkiye ve Bolşevik Rusya Ekseninde
Moskova ve Ankara’da aynı günlerde ne yaşandı?

 Ankara’da ikinci Meclis’in oluşum günleri aslında bir politika değişikliğinin deişaretidir. Siyasi tasfiyeler bu döneme rastlar. Aynı günler, Sovyet Rusya’da da İslamcıların “Büyük Tasfiye” yaşadığı günlerdir...



Tarih, Milli Mücadele ve 1920’nin ilk günleri. Mustafa Kemal Paşa Ankara’ya gelerek, Anadolu’daki düşman işgaline karşı yurt genelinde örgütlenme başlatır. Örgütlenme işine ilk önce gazete çıkarmakla başlayan Mustafa Kemal, bu işi büyük bir şevkle yapar. Zaten Harbiye yıllarından itibaren ilgiliydi. Hatta, İstanbul’un işgal edildiği ilk günlerde gazete dahi çıkarır. O’nun bu arzusu Milli Mücadele döneminde  hem Sivas’ta hemde Ankara’da yeniden gerçekleşir. Bizzat Mustafa Kemal’in girişimiyle, İrade-i Milliye’den  sonra Milli Mücadele’nin ikinci gazetesi, 10 Ocak 1920’de yayın hayatına başlar. İlk günler haftada iki veya üç gün çıkıyordu, adı da; Hâkimiyet-i Milliye idi.[1] Sadece kâğıt, boya ve teknik ekipmanda bazı eksiklikler vardı. Bütün bunların çoğu İstanbul üzerinden temin edildiğinden sıkıntılar meydana geliyordu. Hepsini bir şekilde aşıyorlardı. Milli Mücadele’ye destek veren yalnız Hakimiyet-i Milliye değildi. Anadolu’nun dört bir yanından gazeteler Milli Mücadele’ye önemli ölçüde katkılar sundu. Mustafa Kemal Paşa gazeteleri seviyor ve destekliyordu. O’na göre Anadolu insanı, birbirinden günbegün haberdar olmalıydı ve bu ancak basın yoluyla mümkün olabilirdi. Ancak zaferden sonra uygulanan siyasete bazı eleştirel basın yayın üzerinden olunca yeni kurulan devlet bu eleştirileri kaldıramaz düşüncesiyle “Takrir-i Sükun Kanunu”yla muhalif yayınlara son verildi. Kitaplar da payını alır bu susturulma hareketinden. O dönemi, Sovyet Rusya’daki gelişmelerle birlikte aktarmaya çalıştığımız bu makalede, Takrir-i Sükûn’a farklı açıdan bakılmıştır. Şöyle ki; Milli Mücadele yıllarında, Ankara Hükümeti ve Sovyet Rusya birlikte hareket eder. Her ikisi de emperyalistlerden kurtulduğu vakit iç siyasetlerinde revizyona gider. Türkiye’de revizyon, Takrir-i Sükun Kanunu ile başlar. Şimdi revizyon öncesine gidelim ve kısaca neler yaşanmış bir bakalım; Hakimiyet-i Milliye’nin 1920’den 1922’ye kadar olan süredeki esas özelliğinin Bolşevik fikirlere aşırı derecede yer vermiş olduğu görülür. Bunun nedeni de, Halil (Kut) Paşa ve Enver Paşa üzerinden Ankara Hükümeti’nin Bolşevik Rusya ile temasa geçmesi, işbirliği içerisinde olmasıdır. Bolşevik Rusya’nın rejimi, Sosyalizmdi, Bolşevizm idi. Ankara’nın ve Moskova’nın ortak düşmanı da İngilizlerdi. Hatırı sayılır bir yardım gelmişti Moskova’dan…[2] Bunlar; silah, cephane, top, yüklüce altın, otomobil, telsiz - telgraf istasyonu ve enformasyon yardımıdır. Bu yardımlar sonrası Anadolu’da bir Bolşevik sevdası başladı. Öyle ki, Sosyalizmi ve Bolşevizm’i çağrıştıran “yoldaş” kelimesi, hem Mustafa Kemal, hem de resmi pek çok makam tarafından yazışmalarda, rahatlıkla kullanılmaya başlamıştı. Hatta Moskova’dan yardım alabilmek ve bu yardımı sürekli hale getirmek adına, Ankara Hükümeti haliyle, daha bir Bolşevik yakınlaşmaya gitti. Moskova’da bulunan ve burada Bolşeviklerle yaptığı görüşmeleri Ankara’ya aktaran Enver Paşa’ya, Mustafa Kemal Paşa tarafından yazılan mektupta uyarı da yapılır; ondan İslamcı görünmemesini ister. Bu uyarıdan, Mustafa Kemal’in o dönem dine karşı bir tavır aldığını düşünmek yanlış olur. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin dualarla açıldığını, Mustafa Kemal Paşa’nın 7 Şubat 1923 tarihinde; Balıkesir Zağanos Paşa Camii’sinde gerçekleştirdiği hutbesinde mealen “Anayasamız Kur’an’ın emirlerindendir” dediğini de hatırlayalım. Hakimiyet-i Milliye, birkaç ay içinde Anadolu’daki direnişin resmi yayın organı olur. Gazetenin propagandası iyi gider. Bolşevizm üzerinden İngiltere’ye ve Batı’ya yüklenilirken, halk da bir araya getirilir. Her şey öyle hızlı gelişiyordu ki, o dönem çoğu çevrede şu da sorulmaktaydı; “Bolşevik mi oluyoruz?” Aslında kimsenin Bolşevik olduğu yoktu. Koşullara uyum sağlıyorduk. Komik ama gerçektir; sosyalizmin fikir babası Marks’ın Kur’an-ı Kerim’den ilham alarak bu düşünceyi yazdığı, daha da ileri gidilerek Kur’an-ı Kerim’in Türkçeye çevrilmiş halinin Bolşevik düşünceler olduğu yönünde söylentiler bile ortaya çıktı. O dönem, Anadolu’da Milli Mücadele çevresinde Bolşevik karşıtı söylemlerde bulunmak, Bolşevizm’i eleştirmek büyük cesaret ister hale geldi ve Bolşevik karşıtlığı, düşmanla, İngilizlerle işbirliği yapmak gibi değerlendirilmeye başlandı. Anadolu’da Yeşil Ordu olarak adlandırılan Bolşevik düşüncede bir askeri birlik kurulur. Mustafa Kemal’in, dolayısıyla Milli Mücadele etrafındadır bu Yeşil Ordu ve lideri de Çerkez Ethem’dir. Milli Mücadele’nin önemli isimlerinden Rahmi Apak hatıralarında Yeşil Ordu’dan bahsederken,[3] ne olduğunu bilmeden katıldığı Yeşil Ordu’yu anlatır; “Düşman, bütün Anadolu’yu istila edecek olursa ve bütün vuruşmalarda ölmeyip sağ kalacak olursak Kafkaslara kadar çekile çekile çarpışacaktık. Türk Müslüman efsanesindeki Kızıl Elma belki de bu idi. Oralara kadar çekildikten sonra ise Yeşil Ordu ile işbirliği etmek zaruri olacaktı. İtiraf edeyim ki, bu bizim için geride bir  destek ve kuvvet idi.”

Ankara ve Moskova’da
İslamcılar aynı dönemde
tasfiye ediliyor...
Ankara Hükümeti’nin müttefiki Sovyet Rusya’da da halk dayanışma içerisindedir. Rusya’da Müslümanlar inançlarıyla birlikte Bolşeviklerin yanındadır. Her iki bölgede; Anadolu’da ve Rusya’da, bütün milletlerin dayanışması emperyalist işgalcilerin defedilmesiyle son bulur. Rusya’da emperyalistler fiilen olmasa da yerel halk üzerinden bölgede kendini hissettirmiş uzun süren kanlı bir iç savaşa neden olmuşlardı. Bolşevikler, Lenin’in tezlerinden; “Milletlerin kendi kaderlerini kendileri belirleme hakkı”ndan doğan Rusya Müslümanlarına söz verdikleri İslam Devleti’nin kurulmasından yana değildir artık. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu, işgalci devletlerin kovulması bu topraklardaki Ümmet birliği sayesinde gerçekleşir. Her iki ülke de, cumhuriyetlerini kesinleştirdikten sonra garip bir hale bürünür. 1920’nin başından beri neredeyse aynı adımları beraber atan Türkiye ve Sovyet Rusya, rejimlerini resmileştirdikten sonra yine birlikte yürümeye devam eder. Rusya’da alınan herhangi bir kararın örneğini, aynı dönemde Türkiye’de de görmek pek ala mümkündü. Aynı anda ilk aldıkları resmi kararı belirtecek olursak; 16 Mart 1921’de Rusya ve İngiltere ticaret antlaşması imzalıyor, aynı gün, yani 16 Mart’ta da Türkiye ve Rusya arasında dostluk antlaşması imzalanıyor. Bu antlaşmalarla; Rusya, İngiltere ve Türkiye iç içe geçiyor, garip bir müttefiklik şekli alıyorlardı. 16 Mart’tan kısa bir süre sonra İngiltere, Türk-Yunan savaşında tarafsız olduğunu ilan etti. Halbuki daha bir yıl önce İngiltere, Anadolu’da yaşanılan savaşın İngiltere – Rusya savaşı olduğunu söylemişti. 1921’nin Nisan ayına tekrar dönecek olursak, Rusya’dan Anadolu Hareketi adına müthiş yardımların gelmesine öncü olan Enver Paşa’nın amcası Halil (Kut) Paşa Türkiye’ye sokulmadı. Ankara’nın tavrına direniş gösteren, Kûtül Amâre Zaferi’nin komutanı Halil (Kut) Paşa, hem hastalığından, hem de ailesine duyduğu özlemden dolayı kendi ısrarıyla kısa bir süre Trabzon’da kalır. Tacizlere dayanamaz, ailesiyle birlikte Anadolu’yu terk ederek tekrar Rusya’ya geçer.
Her şey bittikten sonra,  bu seferde Rusya beraber savaştıkları Müslümanları saf dışı etmeye başlar. 1924 yılına gelindiğinde, Moskova’da üst düzey yönetici olarak tek bir Müslüman kalmaz. Devrimin başlangıcında ve ardından gelen iç savaş sürecinde Müslüman kurmaylar Bolşeviklerle birlikteydi. O günler geride kalmıştır. Kızılordu adı altında Ruslardan meydana gelen askeri birlikler oluşturulurken, Müslümanlar da boş durmamış; Müslüman Kızılordu adıyla askeri birlikler kurmuşlardı. Elbette bütün bunların hepsi köprüyü geçene kadardı. Köprübaşı el değiştirir. Az evvel zikrettiğimiz gibi, 1924 yılında bir tek Müslüman dahi Sovyet Rusya’nın merkezi yönetiminde yoktur. Vaziyet böyle olunca Sovyet Rusya’da Müslümanlar muhalefete geçer.  Türkiye’de de Sovyet Rusya’da yaşanılan gelişmelerin benzeri yaşanır.
O dönem Türkiye’de muhalefet partisi kurulur. Bu, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’dır. Ülkenin yönetimi Cumhuriyet Halk Fırkası’ndadır. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın en önemli ilkesi ve özelliği dini inançlara duyduğu saygıydı. Dini duygulara sahip çıkılmasından dolayı fırka, yeni yönetim tarafından hoş karşılanmaz. Bu fırkanın kurulma düşüncesi 1924’ün ortalarında ortaya çıkar. Bütün bunlar yaşanırken Başbakan İsmet İnönü’dür ve Meclis’ten sıkıyönetim uygulama kararının çıkmasını istemektedir. İnönü’ye göre, ortalık “dinci” ve “gerici” kaynıyor ve sıkıyönetim şarttır. Aynı dönem, Rusya’da da dine bakışın farklı olmadığını görüyoruz. Hatta, Bolşevik lideri Lenin’in eşi kütüphanelerden bütün dini kitapların kaldırılması talimatını verir.

Ve Takrir-i Sükun dönemi
4 Mart’ta Meclis’ten Takrir-i Sükun Kanunu geçer. Bu, Huzurun Sağlanması Kanunu’dur. İnönü’nün çok istediği sıkıyönetim uygulama kararı artık elindedir. Hükümet artık istediğini kimseye hesap vermeden yapacaktır. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kapatılır. Takrir-i Sükun Kanunu’nun uygulandığı yıllar Cumhuriyet’in dönüm noktasıdır. İlk uygulama süresi iki yıldır. 1927’de süre iki yıl daha uzatılır. Takrir-i Sükûn Kanunu ile meşhur İstiklal Mahkemeleri kurulur. Türkiye keyfi uygulamalara şahitlik eder. Mahkeme üyeleri, ellerindeki yetkilerle Mahkemelerde alelacele kararlar verilir, bazı idamlar da gerçekleşir. Hatta şapka kanuna muhalefetten Erzurum’da, Şalcı Şöhret Bacı isimli bir kadın bile idam edilir. Kadın olduğu için de başına çuval geçirirler. İstiklal Mahkemeleri’nden çıkan kararlarla yüzlerce kişi idam edilir.

Muhalif basın kapatılır
Yeni cumhuriyet  bu kararları uygularken, muhalif medya da susturulduğu için idam kararlarıyla ilgili hiç bir eleştiri ve yazısı göremeyiz. Kapatılan yayınların arasında Sebîlürreşad da vardır. İslami ve sol yayınların hepsi susturulur. Bunlardan bazıları; Tevhidi Efkar, Tanin, Vatan, Bursa’da Son Yoldaş, Halkın Sesi, İkdam, Toksöz, Son Telgraf, İstiklal, Aydınlık, Orak Çekiç, Resimli Ay.
Dönemin birçok gazetecisi ve yazarı gibi Sebîlürreşad’dan Eşref Edib Bey’de Mart ayında tutuklanır. Aylarca İstiklal Mahkemeleri’nde yargılanır. Sebîlürreşad’ı yayınlamamak şartıyla aynı yılın Eylül ayında serbest bırakılır.

Mehmet Âkif Mısır’a gider
Ülkede olan biten bu ideolojik uygulamalar, en çok İstiklal Marşı’mızın yazarı, Sebîlürreşad’ın başmuharriri Mehmet Âkif Ersoy’un da 1925’in sonlarına doğru Mısır’a gitmesine neden olmuştur. Türkiye’de dengeler değişir. Osmanlı’nın dağılmasının ardından ülke ikinci bir şoka daha girmiştir. 4 yıl boyunca, 1925’ten 1929’a kadar Türkiye’de tek seslilik hâkim olur. Soru sormak, sesli düşünmek yasaktır yine bu yıllarda. Okuyacak kitaplar, gazeteler ve dergiler yoktur. Hâkimiyet-i Milliye yayına devam eder. Gazetede tiraj patlaması da olmaz. Türkiye’nin 4 yılı çalınır. Düşünceler alt üst olur. Türkiye Cumhuriyeti’nin en karanlık dönemi Takrir-i Sükûn Kanunu’nun uygulandığı yıllardır. Toplum sindirilir. Devlete karşı kimse sorgulama yapamaz. Kanun’un uygulamasının bitiminden üç yıl sonra, yani 1932’de Türkçe ibadet projesi kapsamında ezan Türkçe okunur. Sindirilmiş toplum buna da ses çıkaramaz. Toplum uyuşmuştur. Din kelimesini ağzına alanların ne hale geldiğini görmüşlerdir. Sadece İslam düşüncesi değil, sosyalist düşünce de yasaklıdır bu yıllar. Moskova’nın verdiği talimat şu idi; Bolşevizm sadece Rusya’dadır. Hem İngiltere’ye söz vermişti Bolşevikler; Müslüman ülkelerde sosyalizm olmayacak, hiçbir üçüncü dünya ülkesinde İngiltere karşıtı gösterilere destek vermeyeceklerdir. Ankara’nın o dönemki siyasetini ustaca ve zekice bulan şahsiyetler de vardır. Takrir-i Sükûn Kanunu’nun uygulandığı yıllarda, Türkiye’de en büyük gelişmelerden biri harf inkılabıdır. 1922’nin son günlerinde Sovyet Sosyalistler Cumhuriyetler Birliği (SSCB) adını alan Rusya’da da aynı dönemde yaşanan en önemli gelişme de harf inkılabıdır. Yine o dönem, Rusya’da Müslümanlar “milliyetçi sapma ve İslamcılık”la suçlanırken, bunun benzeri Türkiye’de de yaşanır. Takrir-i Sükun Kanunu sadece “gazetelerin ve dergilerin kapatılması” değildir. Kanun uygulamaya konulduğunda, Sovyet Rusya’da da “Büyük Tasfiye” dönemi başlar. Her iki ülkede de geçmiş ile bağ koparılır. Rusya’da yeni bir “Sovyet Vatandaşı” imal edilirken, Türkiye’de yeni bir “Türk Vatandaşı” imalatına girişilir. Yine her iki ülkede tarih yeniden yazılırken, İslam yeniden yorumlanır. Takrir-i Sükûn deyip geçmemek lazım, esasında tarihin yeniden yazılma süreci idi. Bir olayla ilgili olarak, yaptığımız kısa bir tarih gezintisi bizim bugünümüzü ve yarınımızı aydınlatması açısından önemlidir. Bizim tarihe hizmetimizin, tarihin yaşama hizmet ettiği ölçüde olduğu yönünde yapılan açıklamayla tarihe bambaşka bir anlam kazandırılmıştır. Tarih bilmenin, muhakeme gücünü artırmasına, olaylar arasında bağlantı kurabilme yetisini kazandırmasına, böylelikle olayların ve buna bağlı olarak gelişmelerin daha kolay tahlil edilerek daha sahih sonuçlara ulaşılmasına yardımcı olacağı açıktır.[4] Tarihin, ütopik bir dünya; bir masal, bir mitoloji dünyası olmanın ötesinde, görmek isteyenin görebileceği reel bir dünya olarak görülmesi durumunda anlatmaya çalıştığımız bu tarihi vakanın bir anlamı olacağı şüphesizdir.

Mehmet Poyraz - mehmetpoyraz01@gmail.com


Sebîlürreşad Dergisi, Sayı: 1027, Nisan 2018, S:20-21




[1]-Karabekir, Kazım. İstiklal Harbimiz, Türkiye Yayınevi, 1960, S:440
[2]-Dinç, Mehmet Emin. Kûtü’l Amâre’nin Muzaffer Komutanı - Halil Kut Paşa, Kronik Yayınları, İstanbul,   1.Baskı, Aralık 2017, S:144
[3]-Apak, Rahmi. Yetmişlik Bir Subayın Hatıraları, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1988, S:212

[4]-Duran, Nizameddin. Nietzche’de Toplumsal Tahayyül – Din, Tanrı, Üst İnsan, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara Üniversitesi Sos.Bil.Ens. İlahiyat Fak. 2017, S:16-17


Edebiyatta istiklâl


Milli Mücadele’nin başlıca isimleri arasında haklı olarak yerini alan Milli Şairimiz Mehmet Âkif Ersoy, gerçek manada gazetecilik yaptığı Sebîlürreşad’da kaleme aldığı şiirlerle de ümmet tarafından kendisine İslâm şairi unvanı da verilmişti. Mehmet Âkif’in Milli Mücadele’ye destek amaçlı bizzat Mustafa Kemal tarafından Ankara’ya davet edilmesinin ardından ivedilikle yola çıkmış, Anadolu’daki kurtuluş hareketinin ve dönemin Büyük Millet Meclisi’nin resmi yayın organı Hakimiyet-i Milliye tarafından da “Büyük İslâm Şairi” başlığı ile şehirde olduğu ahaliye duyurulmuştu. Âkif’in, İslâm şairi unvanını almasında mükemmel bir edebiyatçı oluşunun payı büyüktür.
Ümmeti ve vatanı için taşıdığı kaygılarla kendisini kusursuz şekilde yetiştirirken, doğal olarak ta karşımıza Doğucu bir Âkif’te çıkmakta. Yazılarında, vaazlarında, dost meclislerinde ve şiirlerinde Batı’nın ürettiği olumsuzlukları değerlendirirken kullandığı edebiyat dili önemlidir. Bize miras kalan yalnızca İslâmcılığı, vatanseverliği, yaşam tarzı ve Doğuculuğu değildir. Edebi eserleri ve edebi şahsiyetidir.
Oryantalistlerden kurtulmak adına çaba gösterdiğimiz bugünlerde, gizli bir şekilde, içten içe, hiçte huylandırmadan ve giderek artan bir tehlike ile karşı karşıyayız. Adı tam olarak konulmamış bu tehlikenin virüsleri öyle bir şekilde yayılıyor ki; uyguladığı taktik davranış psikolojisinden ibaret.
Tehlikeli virüsün ne olduğuna gelince, bunlar; Batı destekli yetiştirilen edebiyatçılardır. Çoğunluğu Türkiye’yi terk etmiş olan bu edebiyatçılar, gelecekte sorunlar teşkil edeceği aşikardır. Sadece yurtdışındakiler değil, içimizde yaşayanlarda aynı oranda tehlikelidir.
Başta insan hakları olmak üzere, ardından yazarlığından ve edebiyatçılığından dem vurularak, “edebiyat ayrı, siyaset ayrı” kurgusundan da yola çıkılarak, Batı’nın güdümündeki bu insanlar şaşılacak şekilde masum gösterilmektedir. Tuhaf şekilde, bu tarz yaklaşım şekli Doğu ülkelerinde daha çok görülmeye, gösterilmeye çalışılmaktadır.
Siz hiç, vatansever bir Doğucunun Batı’da el üstünde tutulduğunu işittiniz mi?
Türkiye’de ve İslâm ülkelerinde, “İstiklâl” adına edebiyatçılara da çok önemli görevler düşüyor. Yukarıda izah etmeye çalıştığımız Batı’nın oyunlarına gelmeyecek edebiyatçıların da olduğunu düşünmek bile bizi rahatlatmaya yetiyor.

MEHMET POYRAZ - SEBÎLÜRREŞAD DERGİSİ MART 2018  SAYI: 1026 S:41