17 Ekim 2018 Çarşamba

Acılarını mutlulukla kaleme alıyor


Üniversiteden sonra bir kitabı olmasını çok ister. Fakat daha buna zaman vardır ve kendisini hazır hissetmez. Daha çok okuması gerektiğini düşündüğünden yazmaya eli gitmez. Öğretmenlik mesleğine başlamasının ardından denemeler ve şiirler kaleme alır. Edebiyat yayınlarında yazdıklarının bir bölümü yayınlanır. Okuduklarına ve gözlemlediklerine dair notlar tutmaya, şiirler biriktirmeye başlar.

Her daim güler yüzlüdür…
Konuşmalarına dikkat eden, cümlelerini özenle seçen Gurbet Duymuş’u tanıdığımda dedim ki, “Bir öğretmene, mesleği ancak bu kadar yakışır”. Mesleğini, yaşamını idame etmek için değil de kendisine yaşam boyu verilmiş bir vazife gibi görüyordu.
Kültür-sanat adına düzenlenen “Türkiye hepimizin, Türkçe hepimizin” vurgulu etkinliğin fikir sahibi ve koordinatörü idi. Daha başlamamıştı etkinlik. Gurbet Hanım oradan oraya koşturuyor, hazırlıkları, çalışmaları kontrol ediyor, bir aksilik çıkmaması için gayret gösteriyordu. Endişeliydi de biraz, her şey yolunda olmalıydı. O koştururken, ben hiçbir şey yapmadığım halde yorulduğumu hissettim. Heyecanlı ve telaşlı haline, koşturmasına bakan insan, ister istemez kendini yorulmuş hissederdi. “Onun yorgunluğunu başka bir insan neden hissetsin?” diye soracak olursanız, cevabını da vereyim: Elbette bunun nedeni, yaymış olduğu enerjiydi. İnsanlarla kurduğu iletişim mükemmel ötesidir.
Konuşmasına yüz ifadesini de yakıştırıyordu. Her insan bunu yapamaz.
Kendini eğitime, edebiyata, sanata adayan; bir yandan okuluna, öğrencilerine koştururken diğer yandan da edebiyat alanında çalışmalar yürüten Türkçe öğretmeni Gurbet Duymuş, 1976 yılında, Manisa’nın Salihli ilçesinde dünyaya gelir. Liseyi bitirene kadar, Bozdağların sırtındaki Salihli’de yaşar.
Yaşadığı ev yöreye özgü klasik, tek katlı ve bahçeli idi. Anne ev hanımı, baba işçidir. Hafta sonları yaptırılan banyolarda başına sabun ve su tası yiyen nesilden olan Gurbet Hanım, soba üstündeki güğümü de son defa ailesinin evinde görür. Çocukluğunda ne zaman yağmur yağsa, ayak yalın evden dışarı çıkar, öylesine dolaşır.
Evde olmadığı fark edilince ailesi dışarı çıkıp çamurdaki çıplak ayak izlerini takip ederek bulur kendisini.
Kendisinden sonra dört fert daha katılır aileye. Kardeşlerinin ikisi kız, diğer ikisi erkektir. Sokakta arkadaşlarıyla yorgunluktan bitap düşene kadar yakan top oynar, arada kardeşlerine de bakardı. Kardeş önemliydi.

İlk ödül:
Binlerce adım gibi…
Yazmaya çok küçük yaşta heveslenir. İlkokul yıllarında, Kütüphaneler Haftası kapsamında Manisa ili genelinde düzenlenen kompozisyon yarışmasında birinci olur. İl birincisi olduğunu, sabahleyin “Andımız” yemininden sonra okulun müdür yardımcısı mikrofonla açıklar. Birinci olduğunu duyar duymaz bin bir hale bürünür; heyecanlanır,  utanır, kıpkırmızı olur, elleri ayakları titrer...
Müdür Yardımcısı Burhanettin Bey kendisini kürsüye davet ettiğinde, o kısacık birkaç adımlık mesafe, Gurbet Hanım’a binlerce adım gibi gelir. Yarışmaya son anda, öğretmeninin desteğiyle katılmıştır:
“Kendi başıma yazdığım, ilkokul öğretmenimin yarışmaya katılma süresinin dolmak üzere olduğu bir zamanda fark ettiği, benim de son anda temize çektiğim kompozisyon, il birinciliğine layık görülmüştü. ‘Okulumuzun öğrencisi Gurbet Oral, kompozisyon dalında il birincisi olmuştur’ açıklamasını duyduktan sonra öyle bir heyecanlandım ki, o anı ömür boyu unutamam. Belki de edebiyat öğretmenliğimin temeli bu yarışmadır. Belki de öğrencilerimi yazmaya sürekli teşvik edişim bu yüzdendir.”
Oturdukları mahallede bulunan halk kütüphanesi onun için bir şanstır. Kitap alamasa da dert etmez; yanı başlarında kütüphane vardır. Roman, hikâye, dergi, şiir, ne bulursa okur. Bir gün komşuları, evde bulunan eski gazete ve dergileri evin önüne bırakır. Bunları görür ve alır, eve getirir. Evin avlusundaki merdivene dizer dergi ve gazeteleri, başlar tek tek okumaya. O esnada da öğretmeni kendisini fark eder. Tam yarım saat Gurbet Hanım’ı izleyen öğretmeni, bu anları, ertesi gün sınıfta bütün çocuklara anlatır. Bundan mutluluk ve gurur duyan Gurbet Hanım, kendisini daha çok okumaya verir. Öğretmeni de teşvik etmeye devam eder. Kitap konusunda tavsiyelerde bulunur.

Tavan arasında…
İlkokulu bitirdiğinde, babası ortaokula göndermeyeceğini söyler. Buna çok üzülür ve içerler. Aklınca ailesinden intikam alacaktır.
Evden kaçar. İki gün ararlar kendisini. Bulamazlar hiçbir yerde. Evden kaçmıştır, fakat uzağa gitmemiştir. Tavan arasında kalır ve burada kendisini gizler. El ayak çekildiğinde aşağıya iner, ekmek yiyip su içtikten sonra tekrar tavan arasına çıkar. Ailesinin bundan haberi olmaz. Ev halkı perişan olur.  En sonunda babasının, kızının eve dönmesi halinde ortaokula yazdıracağını işitir ve aşağıya iner.
Liseye kadar Salihli’de yaşar. Üniversite eğitimi için Trabzon’a gider. Karadeniz Teknik Üniversitesi Fatih Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliği Bölümü’nü bitirir. Aslında avukat olmak ister. Baba avukatlığa karşıdır. Öğretmenliği tercih eder.
Üniversitede dört yıl derslerine giren Prof. Dr. Nazan Bekiroğlu’ndan edebiyata dair kıymetli bilgiler edinir. Edebî kimliğinin şekillenmesinde Nazan Bekiroğlu önemli rol oynarken, fikir ve dünya görüşünün şekillenmesinde Prof. Dr. Osman Kemal Kayra önemli bir isimdir.
Üniversiteden sonra bir kitabı olmasını çok ister. Fakat daha buna zaman vardır ve kendisini hazır hissetmez. Daha çok okuması gerektiğini düşündüğünden yazmaya eli gitmez. Öğretmenlik mesleğine başlamasının ardından denemeler ve şiirler kaleme alır.
Edebiyat yayınlarında yazdıklarının bir bölümü yayınlanır. Okuduklarına ve gözlemlediklerine dair notlar tutmaya, şiirler biriktirmeye başlar. Yazmak için iyice pişmenin gerekli olduğuna inanan Gurbet Duymuş’un, çevresinin de etkisiyle, tuttuğu o notlarından ve şiirlerinden oluşan Ruhumun Perdeleri adlı ilk kitabı 2017 yılında okuyucusuyla buluşur.[1]
Şiir ve yazılarında bir arayış, bir kayboluş ve sonunda inanca sığınarak korunaklı bir yuvaya varış duygusu sezilir. Şiirlerinde tasavvufî bir sığınış gözlemlenen Duymuş, mısralarıyla kalemin limanlarına sığınmakta ve sükûnu Âlemlerin Sahibine adanmakta bulmaktadır:
Ruhumdaki o büyük cendereyi/Sükûna erdir, ey Âlemlerin Sahibi![2]
Kitapta yer alan yazılarında ve şiirlerinde yaşamından kesitlerde sunar. Kelimeler şiirinde, kelimelerin inanç yolunun bir basamağı olduğuna vurgu yapar.[3]
Okumak başlıklı anı türü yazısında, okumanın büyülü bir dünya olduğundan ve çılgınca okuduğundan bahseder.[4] Sıkıntılarını kitaplar sayesinde atlattığını, okuduğu kitaplar sayesinde zenginleştiğini ve bu yüzden yokluğu hiç hissetmediğini anlatır.

Ruhun dua hali…
Türkçem adını verdiği yazısında Türkçeyi konu eder.[5] Ona göre Türkiye’de yaşayanlar, ırk ayrımı yapmadan güzel Türkçe konuşmalıdır. Türkçeyi “duru su” olarak tarif eder; aziz ve mübarektir Türkçe:
“Onunla dile gelir aşkım, onunla dile gelir bayrağım. Vatanım onunla dile gelir. Ecdadım, geçmişim, geleceğim; ben onu sonsuza kadar seveceğim. Her ne kadar her tabelayı İngilizce istila etse de, her ne kadar başka dillerle kirletilse de, her ne kadar onu yıpratmak için oyun oynansa da ben Türkçe düşüneceğim, ben Türkçe rüyalar göreceğim, ben Türkçe şiirler söyleyeceğim. Türkçe yazılar kaleme alacağım ve ben son nefesime kadar Türkçe türküler söyleyeceğim.”
Dalgalar yazısında okurlarını denizin kıyısına götürür.[6] Hangi deniz olursa olsun, satırların okuyucuları o sahildedir. Kıyıya vuran dalgaları, özlediğine kavuşan insana benzetir:
“Sahille öpüşen, kucaklaşan, sevişen dalgalar; ebedî kavuşmanın iştiyakı değil midir? Ta ötelerden çılgınca kopup gelen dalgalar kıyıya varana kadar öfkesi yavaş yavaş dinen ve sonunda özlediğine varınca her şeyi unutan insanın ruh hali değil midir?”
Adını taşıyan dörtlükte özleme dair duygularına yer verir.[7] Gurbette oluşu ruhunu çürütmektedir:
“Gurbet
Tahammülsüzüm bu akşam yine
Cismim burada ruhum ötelerde
Özlem denen bu merette
Ruhun milim milim çürümekte”
Gurbet Duymuş, kitabındaki bir başka şiirinde korkuyu “görünmeyen acı” olarak tasvir eder.[8]
Korkularım dediği şiiri:

“Korkularım
Koşup giden, koşup gelen
Korkularım
Üstüme gelen
İdam ilmeğini boynuma geçiren
Korkularım
En zayıf yerimden vuran
Acıyan yanlarım
Ah, beni yok eden korkularım!
Hassas noktalarım
Derim yanlarım
Sakladığım görünmez acılarım
Korkularım…”

Acılarını mutlulukla kaleme alan Gurbet Duymuş’a yazmanın ne olduğunu sorduğumuzda, “Ruhun dua halidir” diyor ve şöyle devam ediyor:
“Yazmak, bir çeşit ruhun dua halidir ve mütevekkil bir şekilde kendini duyurma şeklidir, varlığın ‘Ben de buradayım’ kaygısıyla kaleme sarılıp âlemde bir nokta olma çabasıdır. Özgürce, sınırsızca, kural koymadan, bağıra çağıra, vura kıra, duygularını haykırarak yazmak... Sınırlarınızı yıkıp sonsuz kelimeler ülkesinde özgürce yazmak... Ruhunuzda biriken öfkeyi, kaygıyı, acıyı, cerahati bu yolla sayfalara aktarmak...
Kâğıdın kirlenmesine, açılmasına, sevinmesine, ağlamasına, coşmasına izin vererek yazmaktır. Bunları paylaşmak istemiyorsanız, başka! Ama içsel anlamda müthiş bir rahatlama hissedersiniz. Hele paylaşırsanız, emin olun, tüm mesajlar yerini muhatabını buluyor ve gizli gizli okuyan, takip edenler, eminim çok mutlu oluyor. İşte yazmak, bu noktada çevreden, insanlardan ve hayattan intikam almaktır! Acıların, üzüntülerin ve sevinçlerin, heyecan ve çılgınlıklarınla hayata hem dört elle sarılmak, hem de varlığını sahneye yansıtma sanatıdır.”
Yazma gayesini, “Yazayım ki sızılarım dine, gönlüm dinlene, kalemim insanlara merhem olup dertlere derman, ruha şifa eyleye!” diye anlatan Duymuş, ruh yangınının kalemidir adeta. Yazar, zaman zaman yeryüzünde söylenmemiş söz kalmadığına dair kaygılar taşır, yazdıklarını gün yüzüne çıkarmaktan korkar. Bunu, “Söylenmemiş söz kalmadı yeryüzünde, kelimeler çaldım bilinmez kelamistanlardan” ifadesiyle dile getirir.
Kitabında, “Yazmak da bir çeşit ibadet değil midir?” şeklinde bir soru yöneltir ve şöyle yanıtlar:
“Vicdanımızın sadakası, ruhun fitresi, imanın zekâtı…”[9]



[1]-Gurbet Duymuş, Ruhumun Perdeleri,Progo Ajans Yayınları, Ankara 2017.

[2]-age., s.22.

[3]-age., s.60.

[4]-age., s.72.

[5]-age., s.31.

[6]-age., s.46.

[7]-age., s.26.

[8]-age., s.15.

[9]-age., s.12.

..............................
MEHMET POYRAZ
SEBÎLÜRREŞAD DERGİSİ, EKİM 2018, SAYI:1033, S.28,29


Sovyet tarımından Kara Cuma’ya


Türkiye’deki tarım politikasına alternatif olarak, çürümüş Sovyet sistemini ısıtmaya çalışanların görüşlerine kısa bir reddiyedir bu yazı.
1917’nin sonlarına doğru Çarlık Rusya’sı topraklarında Ekim Devrimi gerçekleştiğinde, ülke, dünyanın en fakir ülkelerinden biridir. Bolşeviklerin gerçekleştirdiği Ekim Devrimi’nin etkisiyle Rusya, yaklaşık dört yıl sürecek olan korkunç iç savaşın içinde bulur kendini.
Köylü ve işçi sınıfının ayaklanmasından birkaç ay sonra, 1918’in ilk aylarında başlayan ve 1922’nin sonlarına doğru biten iç savaşta, o güne kadar ülkede görülmeyen bir açlık yaşanır. Savaşan taraflar tahıl tarlalarını ateşe vermekten bile çekinmiyordur. Kıtlık o derece kötüdür ki, kimi bölgelerde yamyamlık da görülür. Hatta o yıllarda Kurtuluş Savaşı veren Anadolu insanları, Rusya Müslümanlarına ellerinden geldiğince gıda yardımında da bulunurlar.
İç savaş bitip Rusya bölgesinin monarşi rejimi Sovyet Sosyalist rejimine evirildiğinde, ülke açlıktan daha yeni yeni kurtuluyordur. Zira daha iç savaş bitmeden 1921 yılında Bolşevikler, yaşanan kıtlık sorununa çözüm yolu ararken, bu yönde ekonomi politikası geliştirmeye başlamışlardır.
1928 yılında Sovyet Rusya’da uygulamaya konulan birinci beş yıllık kalkınma planı, dört yıl üç ay gibi bir sürede tamamlanarak amacına ulaşır. Sanayi üretimi yüzde 273 oranında artmıştır. 30’lu yıllardan itibaren ise Sovyetlerde tarımın kontrolü yüzde yetmiş civarında devletin kontrolündedir. “Kolhoz” adı verilen tarım işletmelerinde insanlar çalışıyor, ülkenin kalkınmasına katkı sunuyorlardır. Aynı zamanda çalışma kampı ve sürgün yeri görevi de gören kolhozlardaki insanların çoğu Müslümandı. 1929’da dünya genelinde baş gösteren ve adına “Büyük Buhran” denilen ekonomik kriz ülkeleri perişan ederken, Sovyetler zengin bir ülke yolunda ilerlemeye devam ediyordu.
“Sovyetler sanayide nasıl güçlendi ve zengin oldu?” sorusuna vereceğimiz cevap, çok kısa ve nettir. Sanayinin artması adına, dışarıdan hammadde alma uğruna, dönemin Moskova yönetimi bereketli topraklar üzerinde akıl almaz kararlar verdi. Bu topraklar, daha çok Müslümanların yaşadığı Türkistan topraklarıydı. Tarım politikaları öyle korkunçtu ki, bugün dahi izleri devam eden çeşitli doğal afetlerin temelini o yıllarda atmışlardı. Dönemin en kıymetli ürünü anlamında ve bir tür beyaz altın olan pamuk üretimi için nehirlerin yolunu değiştirdiler, gölleri kuruttular ve yüzlerce, binlerce su kuyusu açtılar. Bu saydıklarımızdan dolayı bölgede, özellikle Fergana’da heyelanlar yaşanıyor.
Pamuk üretip satıyorlardı, karşılığında sanayilerini, ağır sanayilerini, silah sanayilerini geliştiriyorlardı. Sovyetlerin doyumsuz şekilde sürdürdüğü tarım politikası, 40’lı, 50’li ve 60’lı yıllarda da devam etti. Tarım politikaları, tamamıyla kalkınma politikaları üzerine kuruluydu. Özellikle 50’li yıllardan itibaren ülke daha iyi bir şekilde kalkınmaya devam etti. Teknolojide ilerlediler. Uzaya bile gittiler. O yıllarda hançerlenen bölgenin tabiatı, bugün hâlâ yaralı. Tedavisi yok!
Yukarıda bahsettiğimiz kolhozlara gelince… Sovyetlerde, kolhozlar üzerinden başka bir şeye daha imza atıldı. Adına “Kara Cuma” dediler. Bugün hâlâ çıkmaya devam eden ve Moskova merkezli yayınlanan Konsomolskaya Pravda gazetesinin 8 Ocak 1959 tarihli baskısında, “Kara Cuma” isimli bir makale yayınlanır. Söz konusu makalede, kolhozlarda çalışan Müslümanların dinî vecibelerini yerine getirmelerinden yakınılarak, bunun ülke ekonomisine verdiği zarardan bahsedilir. İki ay sonra bu makaledeki ifadeler Sebîlürreşad’da yer bulur. Köylerde hızla yayılmaya başlanan dinî merasimlerden Sovyetlerin endişe ettiği belirtilirken, Müslümanların Cuma gününe Bolşeviklerin “Kara Cuma” diyerek saldırdığı ifade edilirken, makaleden de şöyle bir alıntı yapılır: “Dinî bayramlar, bazı kolhozların kalkınmasına mani oluyor. Kolhozcular geziyor, iş yapılmıyor.”
Sovyet tarım politikasının neticesinde ortaya çıkan Kara Cuma, bugün, Batı’da coşkulu şekilde “alışveriş bayramı” adı altında kutlanıyor. Sadece Batı mı? Aynı uygulamanın Türkiye’de de hayata geçirildiğini anlatmamamıza gerek yok sanırım.

MEHMET POYRAZ 
SEBÎLÜRREŞAD DERGİSİ, EYLÜL 2018, SAYI:1032, S.16