15 Kasım 2019 Cuma

Cihad-ı Ekber ve Asya Taburu

14 Kasım 1914 günü Cihad-ı Ekber'in ilan edilmesinin ardından ümmet bilinciyle yaklaşık iki yıl Irak Cephesi'nde savaşan ve Abdürreşid İbrahim'in katkısıyla Rusya Müslümanları'ndan oluşan Asya Taburu'nu anlatmaya gayret ettiğimniz bu çalışmada, kahraman askerlerimizin o dönem yaşadıklarına kısaca değindik. Süreli bir yayında Asya Taburu hakkında en kapsamlı çalışmayı yaptığımıza inanırken temennimiz onların unutulmamasıdır.


Birinci Dünya Savaşı’nda Çarlık Rusya ordusunda askere alınmalarının ardından esir kamplarına düşenlerle gönüllü olarak teslim olanların ve buradan da Cihad – ı Ekber’in ilan edilmesiyle Osmanlı ordusunda yer alarak iki yıla yakın bir süre, 1916 – 1918, Irak Cephesi’nde kahramanca savaşan Asya Taburu’nu oluşturan Rusya Müslümanlarını anlatmaya çalışacağız.

Bildiğiniz gibi, Birinci Paylaşım Savaşı başladığında Almanya, Osmanlı ve Avusturya – Macaristan devletleri müttefikti. Öte yandan Almanların yıllardır süren İslâm projeleri gereği Müslümanlara her zaman iyi davranmaları gerekiyordu. Hatta Rus, İngiliz ve Fransız ordularından esir düşen Müslüman askerlere bile çok iyi davranılacak, evlerindeymişler gibi ilgi de gösterilecektir. 


MEHMET POYRAZ

SEBİLÜRREŞAD DERGİSİ KASIM 2019 SAYI: 1046


Yazının tamamını okumak için...


14 Ekim 2019 Pazartesi

Birinci Dünya Savaşı'nda Alman esir kamplarındaki Rusya Müslümanları

Almanya ve Avusturya – Macaristan, Osmanlı ile müttefikti ve dolayısıyla İttifak Devletlerini 
oluşturuyordu. İttifak’ın ortak düşmanlarından biri olan Rusya ordusundaki Müslümanlar da, daha çok kuzeyde yer alan İdil – Ural sahasındandı, Tatar ve Başkurt olarak bilinen Türklerdi. 29 Ekim 1914 günü Karadeniz’de Rus donanmasına saldırarak savaşa dahil olan Osmanlı Devleti, bir yandan cephelerde çarpışırken bir yandan da esir düşen Müslümanlarla ilgilenir.


Birinci Dünya Savaşı patlak verdiğinde, yüz binlerce Müslüman, İtilaf Devletleri; Rusya, İngiltere ve Fransa adına, Osmanlı’ya ve İttifak Devletleri’ne karşı cephelere sürülmüştü. Çanakkale ve Kutûl Amare’de Osmanlı’ya karşı Arap Müslümanlar silah doğrulturken, Rusya Müslümanları da Batı Cephesi’nde Almanlara karşı mücadele etmekteydi. Bu Müslümanların önemli bir kısmı, Müslüman’a kurşun attıklarını ancak cephelerde fark etmişti. Almanya ve Avusturya – Macaristan, Osmanlı ile müttefikti. İngiltere ve Fransa ordusundaki Müslümanlar; daha çok Hintli, Tunuslu, Cezayirli ve Faslıydı. Rusya ordusundaki Müslümanlar da, daha çok kuzeyde yer alan İdil – Ural sahasındandı, Tatar ve Başkurt olarak bilinen Türklerdi.

MEHMET POYRAZ 

SEBİLÜRREŞAD DERGİSİ EKİM 2019 SAYI: 1045


Yazının tamamını okumak için...

14 Ağustos 2019 Çarşamba

Felsefe alimi Babanzâde Ahmet Naim

Yazı hayatına 1901 yılında Servet-i Fünun dergisinde başlayan Babanzâde Ahmet Naim 1872 Bağdat doğumludur. Servet-i Fünun’daki ilk yazıları Arap edebiyatından seçtiklerinin tercümeleri ve bunlara koyduğu şerhlerden oluşan Babanzade felsefe alimi olarak da bilinir. Her ne kadar Batı’ya hayranlığı ön plana çıksa da fikir dünyasının temelinde şiddetli bir şekilde maddecilik karşıtlığı yatmaktaydı.

Kendisine daha çok Arapçacı dense de, yazılarında Türkçeyi mükemmel kullanmasıyla da bilinir. Sadece Arapçadan çeviri yapmıyordu, Fransızcadan da çeviri yapmıştır. Ses getiren çevirisi dönemin filozoflarından Fransız George Fonsgrive’ın psikoloji kitabıdır. Babanzade Ahmet Naim, “İlmü'n Nefs” adıyla Türkçeye çevirdiği bu psikoloji kitabında tam 1900 terime felsefi karşılık bulmasıyla da bilim dünyasına katkı sunmuştur. Galatasaray Sultanisi ve Mülkiye Mektebi’nde öğrenim gören Ahmet Naim, Hariciye Nezareti Tercüme Kalemi’nde bir süre çalıştıktan sonra Maarif Nezareti Yüksek Tedrisat müdürlüğü (1911-1912) görevinde bulunur. Ardından Galatasaray Sultanisi’nde (1912-1914) Arapça öğretmenliği yapar.

Maarif Nezareti Telif ve Tercüme Odası üyeliği de yapan Ahmet Naim, Darülfünun Edebiyat Fakültesi’nde; mantık, felsefe, ruhiyat ve ahlâk müderrisliği görevinde de bulunur. 1915 yılında başladığı müderrisliği, Darülfünunun lağvedildiği 1 Temmuz 1933 tarihine kadar sürer.
Milli Şairimiz Mehmet Âkif Ersoy’un, “Ashaptan sonra en sevdiği kişi” olan Ahmet Naim, Arapça, Farsça ve Fransızcayı mükemmel derecede biliyordu. Bu dil bilgisi onu Doğu ve Batı kültürüne hakim kılmasına neden oldu. Kaleme alacağı konuları Doğu ve Batı’ya göre araştırır ona göre yazardı. Hayatı bir mütercim olarak geçse de, sıradan bir mütercim değildi. Tenkitler yapan bir alimdi. Mehmet Âkif ile birlikte özel bir Türkçe lügat çalışmasına girişirler. Söz konusu çalışma yarım kalır. Babanzade Ahmet Naim İslam’a sıkı sıkıya bağlıydı.

İttihad-ı İslam fikrine zarar verecek fikirlere şiddetle karşı olmasıyla da bilinirdi. Milliyetçiliğin ortaya çıktığı dönemde birçok yazar bu tarafa doğru sapma gösterirken Ahmet Naim bu hareketten kendisini hep korumuştur.

Türk olmadığı için milliyetçiliğe evrilmediği daha çok gündeme getirilse de, Arap milliyetçiliğine karşı oluşu pek fazla dile getirilmedi. Arap İttihat Kulübü’nü milliyetçi bulan Ahmet Naim her fırsatta bu kulübün ismini de fikirlerini de tenkit etmiştir. Zira bu kulüp İslam birliğine zarar verecektir. Kavmiyetçiliği İslam’ın en büyük düşmanı olarak gören Ahmet Naim, bu hareketi hastalık olarak tasvir ederken, Batı’nın da kontrolünde olduğuna vurgu yapmıştır.

 Sıratımüstakim ve Sebîlürreşad’da birbirinden değerli yazılar kaleme alan Ahmet Naim’in vefatı bir namaz edası sırasında olur. 14 Ağustos 1934 tarihinde öğle namazının ikinci rekatında Hakk’a yürüyen Babanzâde Ahmet Naim’in naaşı Edirnekapı Şehitliğine defnedilir. Dönemin Cumhuriyet gazetesinde vefat haberini iki satırla geçiştirir:

“Eski Dârulfünûn müderrislerinden Babanzâde Naim dün vefat etmiştir. Allah rahmet eylesin.”

Vefatının haberini alan can dostu Mehmet Âkif şöyle der:
“Naim’in vefat haberi üzerime dağ gibi yıkıldı.”


MEHMET POYRAZ

SEBİLÜRREŞAD DERGİSİ AĞUSTOS 2019 SAYI: 1043

14 Mayıs 2019 Salı

Bakü notları

Bakü’de kaldığımız üç gece dört gün boyunca iklim devamlı değişkenlik gösterdi. 
Rüzgarlı şehir olarak da bilinen Bakü’de sıcağı da gördük fırtınayı da… 
İşte Bakü’de geçirdiğimiz dört günün kısa hikayesi...


Darül-ü İslam’ın Kafkasya bölgesinde yer alan Azerbaycan’ın başkenti Bakü’de, Sebilürreşad ve EkoAvrasya ailesi olarak çok güzel birkaç gün geçirdik. Burada bulunduğumuz süre oldukça kısaydı, fakat Bakü günlerimizin anlatılması binlerce kelimeyi bulabilir. Bir yandan “Âkif’ten Vahabzade’ye İstiklal” etkinliğimizi yürütürken, diğer yandan da sosyal ve kültürel temaslarda bulunmaya gayret ediyorduk.

Bildiğiniz gibi Azerbaycan’da Türkçe sorunu yok. Hemen hemen herkesle rahatça anlaşabilirsiniz. Görünen o ki eskisinden daha da ileriye gidilmiş Türkiye Türkçesinin kullanılması konusunda. Elbette buna televizyon kanallarının ve internet ortamının etkisi büyük. Özellikle gençler Türkiye Türkçesini çok güzel öğrenmişler. Nasıl öğrendiklerini sorduğumuzda TV’den öğrendiklerini söyleyiveriyorlar. Tabii merak da var. Dahası “iki devlet tek millet” olduğumuzun bilincindeler. Bu arada Azerbaycanlıların bildiği yabancı diller arasında Rusça başı çekmekte. Bir hanımefendiyle ayaküstü Rusça meselesini konuştuk. Rusça bilmenin iş bulmayı kolaylaştırdığını söyledi. Coğrafi konum bakımından haklıydı hanımefendi.

Azerbaycanlılar Türkiye’yi çok yakından takip ediyor. Türkiye’deki futbol takımlarını tutmakla kalmıyorlar, taraftarı oldukları takımlar yendiklerinde sokağa çıkıp sevinç gösterileri bile yapıyorlarmış. Bu ve benzeri bilgileri de ülkenin tanınmış sanatçılarından besteci ve söz yazarı Şemistan Ali Zamanlı’dan öğreniyoruz. Şemistan Bey ile, HUDER Genel Başkanı Avukat Hüseyin Kaya’yla birlikte gittiğimiz, Kaya’nın Rize’den çocukluk arkadaşı Yusuf Bey’in mekanında tanıştık. Sadece futbol takımlarını tutmuyorlardı Azerbaycanlılar, Türkiye’deki siyasi partileri de tutuyorlar. Hatta bu bahiste fikir geliştirip sohbetler edenlere de tanık olduk. Bu durumu oradayken hiç garipsemedik. Zira Türkiyeliye “gardaşımız” diyorlar, Türkiye’yi oldukça benimsiyorlar, kendilerinin de vatanı olduğunu söylüyorlar.

***

Bakü’de Türkiye bayrağını her yerde görmek mümkün.  Sebilürreşad Derneği Genel Sekreteri Metin Şehitoğlu ile beraber tanıştığımız Azerbaycan İlimler Akademisi’nin hocalarından Eşgane Hanım’ın bizi götürdüğü akademisyen Hatice İskenderli Hanımın çalışma odasında bunu net olarak gördük. Hatice İskenderli’nin masasında gözümüze ilk çarpan şey üçlü bayraktı. Türkiye, Azerbaycan ve Yeni Azerbaycan Partisi’sinin bayrakları bir arada ve baş köşede idi. Hatice Hanım aynı bayrakların evinde de olduğunu gururla anlattı. O an dalıp gittim. Hüzünlendim. Kendi kendime sordum, “Acaba bunu Türkiye’de kaç kişi biliyor?” diye.

Hatice İskenderli’nin odasında çiçekler vardı çeşit çeşit… Kurutulmuş faydalı bitkileri anlatırken ne içmek istediğimizi sordu. Bildiğiniz yerli çayımızdan istedik, siyah çay. Çayın yanında ikramlarda bulundu. Bu ikramları da masaya serdiği sofrada servis etti. Dört kişiydik ve hep beraber sofraya geçtik. Buna şaşırdığımızı anladı ve başladı anlatmaya. Annesi devamlı tembih etmiş. Ne yerseniz yiyin ama sofrasız olmasın demiş. Ayrılırken kitabını da hediye etti. Hatice İskenderli Hanımın yazdığı ve kütüphanemize getirdiğimiz kitabı, meşhur Azerbaycanlı klasik dönem şairi Nebati ile ilgili, Nebati’nin Sanatkarlığı.

***

Hatice İskenderli ve Eşgane Hanımlardan bulunduğumuz binanın arka tarafında akademinin kütüphanesi olduğunu öğrendik. Metin Şehitoğlu ile birlikte oraya gittik. Kütüphane müdiresi bizi çok iyi karşıladı. Biraz kitapları inceledik. Sebilürreşad Genel Yayın Yönetmeni Fatih Bayhan ile birlikte kaleme aldığımız “İslam’ın Rusya’daki Ayak İzi: Sultan Galiyev” kitabını kütüphaneye takdim ettik. Azerbaycan Milli Kütüphanesi’ne de vakit darlığından gidemesek de, Yunus Emre Enstitüsü Bakü görevlilerinden Nurane Tağiyave Hanım vasıtasıyla kitabımızı ulaştırdık. Malum, Galiyev’in yaşamının bir bölümü Bakü’de geçmişti. Kitabın burada bulunması önemliydi. Bu arada kitap 30 Nisan’da matbaadan çıkmış ve hemen dağıtıma verilmişti. Bizimde Bakü yolculuğu 1 Mayıs’ta başladığından yanımıza 15 civarında Sultan Galiyev kitabı almıştık. Heyecanlıydık.  Kitabı ne biz ne de diğer arkadaşlar incelemiş değildi. Aklımız kitapta kalmasın diye alelacele yanımızda kitap da getirmiştik. Böylece dostlarımıza Bakü’de imzalayıp hediye etmek nasip oldu. Sadece Sebilürreşad Yayın Kurulu Başkanı Recep Garip’e yolculuk hazırlığı esnasında kitabı Ankara’da takdim etmiştik. Orada bulunduğumuz süre içerisinde, Sebilürreşad ve EkoAvrasya heyetini güzel şekilde karşılayan Yunus Emre Enstitüsü Bakü Başkanı Cihan Özdemir Bey Sultan Galiyev kitabını ilk takdim ettiğimiz kişi olurken, ikinci kitap takdimini Azerbaycan Milli Meclisi Milletvekili ve gazeteci – yazar Ganire Paşayeva’ya yaptık. Tabii bunlar planlı değildi ve takdimler kendiliğinden olmuştu. Asıl hediyelerimiz Safahat ve Sebilürreşad nüshalarıydı. Sultan Galiyev’i çok iyi bilen ve Türkiye’de de ciddi biçimde tanınan Ganire Paşayeva’nın takdim sonrası söylediği sözleri de buraya alıyorum:
“Türk dünyasında Sultan Galiyev’in daha iyi anlaşılması adına bu çalışmayı önemsiyorum. Kitabın yazarları Fatih Bayhan ve Mehmet Poyraz’ı tebrik ediyorum. Türk ve Müslüman dünyasının gençleri mutlaka bu kitabı okumalı.”

***

TOBB Üniversitesi hocalarından Prof. Saleh Altunsoy da bizimle birlikteydi. Azerbaycanlı Saleh Hocamız aynı zamanda Sebilürreşad’ın yazarı ve yayın kurulu üyesidir. Bakü’ye vardığımızda misafir olarak değil de, daha çok ev sahibi gibi davranması bizleri mahcup etti. Bizlere, Sovyet ve Ermeni işgallerini anlattı. Ülke tarihi hakkında bilgiler de aktaran Saleh hocamıza özellikle teşekkür ediyorum.

Sebilürreşad’da Azerbaycan’ın ayrı bir yeri ve önemi vardır. Ülkenin bağımsızlık tarihinde öncü isim olan Mehmet Emin Resulzade ile Mirza Bala Mehmetzade uzun süre Sebilürreşad’da yazılar kaleme almıştır. Rahmetle andığım ve geçtiğimiz yıllarda her ikisini de Sebilürreşad’da biyografi türündeki yazılarımda anlatmaya çalıştığım Resulzade ile Mehmetzade aynı zamanda Müsavat Hareketi’nin liderleriydi. Bu ziyarette Müsavat’ı yaşatan ve Sovyet döneminde ilk komünizm karşıtı hareketi başlatan Rauf Arifoğlu Beyle bir araya gelme fırsatımız oldu. Hüseyin Kaya ve Fatih Bayhan’la birlikte Arifoğlu ile Elçibey ve Heydar Aliyev üzerine, Azerbaycan hakkında güzel sohbet gerçekleştirdik.

***

Bakü’de kaldığımız 3 gece 4 gün boyunca iklim devamlı değişkenlik gösterdi. Rüzgârlı şehir olarak da bilinen Bakü’de sıcağı da gördük fırtınayı da… İçimizde en tedbirlisi editörümüz Nizameddin Duran Hocamızdı. Güneşten korunmak için şapka bile almıştı yanına. Bakü Türk Anadolu Lisesi’nin açık hava etkinliğinde güneşten epey etkilendiğimi söyleyebilirim.

***

Bakü’deki son etkinlik Hazar Üniversitesi’ndeydi. Burada kültür – sanat editörümüz Cevat Akkanat ile kütüphaneyi aramaya koyulduk.
Kütüphanenin girişinde öğrencilere mahsus olduğu belirten yazıyı gördük. Azerbaycan Türkçesindeki yazılar rahatlıkla okunabiliyor. Beş on dakikalık hassasiyetle pek çok kişi Azerbaycan Türkçesini anlayabilir. Kelimelerin çoğu bizim eski Türkçemiz. Kütüphane sorumlularının bulunduğu bankoya gelip burasının öğrencilere mahsus olduğunu öğrenince giriş için müsaade istedik. Kütüphaneyi rahatlıkla gezebileceğimizi söylediler. Cevat Akkanat ile kitapları ve dergileri incelemeye başladık. Ardından bilgisayar başına geçmek istedik. İşte tam o anda internet gitti. İnternet bağlantısındaki sorunu gidermek adına bize yardımcı olmaya çalışan son sınıf öğrencisi Melek Seyidova ile tanıştık. Yazıya, özellikle hikâye ve şiire meraklı. Safahat’ı, Mehmet Âkif’i ve İstiklal Marşımızı biliyor. Sebilürreşad’ı sordu bize, kısaca anlatmaya çalıştık. Okumaya meraklı, özellikle Türkiye’de çıkan kitaplara. Kardeşi de Ankara’da okuyormuş. Kitaplar rica etti. Dönüşte ilk işimiz ona ve Yunus Emre Enstitüsü’nden Nurane Tağiyeva Hanıma kitap yollamak oldu.

***

Sebilürreşad Yönetim Kurulu Başkanı Fatih Bayhan ile EkoAvrasya Yönetim Kurulu Başkanı Hikmet Eren’in girişimleri, Kültür ve Turizm Bakanlığı, TİKA Bakü ve Yunus Emre Enstitüsü Bakü’nün katkılarıyla gerçekleşen “Âkif’ten Vahabzade’ye İstiklal” etkinliğinin her iki ülke adına önemli olduğunu vurgulamak gerekiyor.


Her iki ülke arasında bağların sıkı olması temennisiyle emeği geçen herkese teşekkürler.

MEHMET POYRAZ
SEBİLÜRREŞAD DERGİSİ MAYIS 2019 SAYI: 1040

14 Nisan 2019 Pazar

Hitler’in intihar nedeni

Benito Mussolini ile Adolf Hitler’in dünya görüşleri benzerlik taşıyordu. Sonları bir şey hariç farklı oldu. Biri öldürüldü, diğeri intihar etti. İki gün arayla her ikisi de can verirken sevgilileri de yanlarında idi. Onlarda öldü. Stalin’in canlı yakalayıp kafes içerisinde şehir şehir dolaştırma hayali ile Mussolini’nin İtalyan komünistlerce hayvan gibi öldürülüp ayaklarından asılması Hitler’i intihara sürüklemiş olabilir mi?

İtalyan lider Benito Mussolini (1883-1945) ile Alman lider Adolf Hitler (1889-1945) İkinci Dünya Savaşı’nda birlikte hareket ediyorlardı. Hatta o dönem İtalya, Almanların koruması altındaydı. Savaş boyunca (1939 – 1945) Nazilerin tatil mekanı da olan İtalya, Hitler’e çok güvenmekte ve Mussolini her zaman Almanya’yı yanında hissetmekteydi. 1945 yılının Şubat ayında korkunç savaşın seyrini değiştirecek planlar, Müttefik (ABD – İngiltere) güçler ile Sovyetler Birliği tarafından kararlı bir şekilde uygulanmaya konmuş harekete geçirilmiştir. 

Sovyet lider Josef Stalin (1873-1953), savaştan kısa bir süre önce saldırmazlık antlaşması imzaladığı, ardından da kendi ülkesine savaş ilan eden Nazi Almanya’sına karşı çok öfkeliydi, özellikle de Hitler’e. İkinci Dünya Savaşı boyunca 70 milyon insan yaşamını yitirirken, bunun 28 milyonu Sovyet vatandaşı idi. 1943’ten itibaren müttefikler Avrupa’nın batısında savaşı sonlandırmak için çaba gösterirken, Sovyetler doğudan ilerleyerek ve Nazileri de geri püskürterek rotalarını Berlin’e çevirmişlerdi. 1943 yılının Temmuz ayından itibaren Sovyetler Birliği askerleri sürekli olarak batıya doğru hareket ediyor, Almanya’nın etrafında yay çizerek Nazileri ablukaya almaya çalışıyordu. Bu durum 1945’in Nisan ayına kadar devam eder. Sovyetlerin askeri birliği Kızılordu askerleri Berlin’e ulaştıklarında takvimler 21 Nisan gününü işaret ediyordu. Sovyet askerleri birkaç gün içerisinde Berlin’in dış mahallerini kontrol altına alır. Askerler her yerde Hitler’i aramaktadır. Sovyet lider Stalin askerlerine Hitler’i canlı yakalamalarını ve Moskova’ya getirmelerini emreder. Bu esnada da Hitler ve sevgilisi Eva Braun (1912 – 1945) Sovyet askerlerinin eline düşmemek için sığınağa kapanmışlardır.

Aynı günlerde İtalya’da ülkenin lideri Mussolini’de sevgilisiyle birlikte kapana kısılmıştır. Hitler ve Mussolini hayatlarının son günlerini yaşamaktadır. Hitler’in peşine Sovyet askerleri düşerken, Mussolini’yi de İtalya’ya giren ABD askerleri ve İtalyan komünistleri aramaktadır. Amerikan askerleri  mahkeme de yargılamak niyetindedir. Fakat İtalyan komünistlerin böyle bir niyeti yoktur. 

Komünistler Mussolini’yi hemen idam etmek derdindedir. İki liderin yine bugünlerde de ortak özelliği aynıdır. Her ikisi de fena halde sıkıştırılmıştır. Kapana ilk düşen Mussolini olur. Komünistler tesadüfen yakalar ve yanında sevgilisi Clara Petacci (1912-1945)’de vardır. Amerikalılar öldürülmemesi için çaba gösterse de 28 Nisan günü bir komünistin otomatik silahından çıkan kurşunlarla Mussolini öldürülür. Kendisine siper olan sevgilisi de kurşunların hedefi olur. Cenazesi Milano’ya getirilen Mussolini ve diğer birkaç yandaşı bir petrol istasyonunda ayaklarından asılarak teşhir edilir. Burası şehrin meydanıdır. Mussolini bir yıl önce aynı yerde 15 komünistin idam emrini vermiştir. İtalya’daki bu trajedi Hitler’e ulaşmıştır. 29 Nisan’da Hitler’in endişesi iyice artar, zira Sovyet askerleri artık her yerdedir. Stalin’in onu canlı istediğini de bilmektedir. İddiaya göre, Hitler’in canlı yakalanıp Rusya’ya getirilmesini hayal eden Stalin, onu kafese koyup ülkesinde şehir şehir dolaştırmak niyetindedir. Bunu Hitler öğrenmiştir.

Zaten paranoyak olan Hitler, bugünlerde iyice azıtır. Kafasına koymuştur yakalanmayacak ve teslim olmayacaktır. İntihar edecektir. Zaten kimi Naziler intihar etmeye başlamıştır. Askerlerinden siyanür ister. Ölüsünün de yakılması talimatını veren Hitler kendisine verilen siyanürün gerçek olup olmadığından da şüphe duyar. Denemek için önce çok sevdiği köpeğine verir siyanürü. Hayvancağız oracıkta can verir. Köpeğin ölümüne çok üzülür. Sonra kendisiyle birlikte intihar etmekte ısrar eden sevgilisine siyanür verir. Kadın da hemen ölür. Hitler son perdenin kapanışını yapar. Silahını çeker ve başından kendisini vurur. Cesedini Nazi askerleri yaksa da Sovyet askerleri bulur ve muhafaza altına alır. Stalin’e Hitler’in ölümü telefonla yazdırılan raporla bildirilir. Raporda ölüm tarihi ve saati şöyledir: 30 Nisan 1945 saat:15.50. 

Hitler’in yakılan cesedi Sovyetlerin yönetiminde olan Doğu Almanya’da uzun süre muhafaza altına alınır. 1970 yılında yanık ceset yok edilir. Kurşun delikli kafatası ise uzun yıllar Moskova’da saklanır. 2000 yılında Moskova’da düzenlenen Nazi sergisinde Hitler’in kafatası da ilk defa ortaya çıkmış olur. Stalin’in hayali ve Mussolini’nin hayvan gibi öldürülmesi Hitler’in intiharında etkilidir diyebiliriz.

Kaynaklar:
1-Hitler Canavarın Ardındaki Adam, Michael Kerrigan, Çev.: Barbaros Uzunköprü, Kronik Kitap, 2019.
2-Hitler’in en büyük korkusu Stalin’e canlı yakalanmak, Hürriyet, 30.04.2000.
3-Stalin, Hitler’in intiharını nasıl öğrendi?, 09.05.2018, https://tr.sputniknews.com/analiz/201805091033359681-stalin-hitler-intihar/ Erişim T.: 01.04.2019

MEHMET POYRAZ

SEBİLÜRREŞAD DERGİSİ NİSAN 2019 SAYI: 1039

14 Mart 2019 Perşembe

Tarihi seyir içinde Heybeliada Ruhban Okulu

Faaliyet gösterdiği 127 yıl boyunca 1000’e yakın mezun veren okul, Kanada’dan Yeni Zelanda’ya, Ortadoğu’dan Afrika’ya kadar Ortodoks dünyasına hizmet vermiştir. Bu okuldan mezun olan öğrencilerin bir kısmı önemli dini mevkilere de yükselmiştir. 

Antik çağdan bu yana yerleşik hayatın devam ettiği Heybeliada, Osmanlı topraklarına dâhil olduğu sürece kadar türlü badireler atlatmıştır. Ada yağmalanmış, talan edilmiş ve yangınlar görmüştür. 600’üncü yıla doğru manastır inşa edilen Heybeliada kimi vakit aristokratik Bizanslıların sürgün yeridir.

Bizans geleneğinde, sürgün edilen soylular mutlaka bir adaya ve orada bulunan bir manastıra gönderilirdi. Heybeliada da bu sürgün adalardan biriydi.

Bizans sonrası adanın sürgün mekânı özelliği kalmamıştır. Ortodokslar adaya düzenli ziyaretler gerçekleştirir. Bu ziyaretler inanç turizmi çerçevesindedir. Evliya Çelebi, 1600’lü yıllarda adaya yapılan ziyaretleri şöyle tarif eder: “Buradaki ünlü manastırı ziyarete her yıl Konstantinopolis’ten pek çok insan geliyor.” İşte bu ünlü manastır, Ayia Triada Manastırı’dır.

Ada sakinleri en huzurlu günleri Osmanlı döneminde yaşamıştır. Adanın nüfusu Rumlardan ve Türklerden oluşmaktaydı. 1800’lü yıllara gelindiğinde, Fener Rum Patrikhanesi tarafından Ortodoks milletler arasında dini birliği korumak amacıyla adada bir teoloji okulunun açılması kararlaştırıldı. Heybeliada’da, dokuzuncu yüzyılda yaptırılan Ayia Triada Manastırı, dönemin Patriği 4. Germanos tarafından 1 Ekim 1844 tarihinde Heybeliada Ruhban Okulu’na dönüştürüldü.

Heybeliada Ruhban Okulu’nun en önemli özelliği, Atina Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nin kurulmasının ardından akademik düzeyde eğitim veren ilk okul olmasıydı. Sadece Ortodokslara yönelik bir okul olan Heybeliada Ruhban Okulu 1894 yılında meydana gelen depremle yıkılır. II.Abdühamid’in izniyle okul yeniden onarılarak 1896 yılında faaliyetine kaldığı yerden devam eder.
1964 yılına kadar, İngiltere’den, Mısır’dan, Etiyopya’dan, Suriye’den öğrenci kabul eden okul 1971 yılında yasa ile kapatılır. Kapanmasına neden olan yasa sadece bu okulu kapsamıyordu. Türkiye genelinde faaliyet gösteren birçok özel okul bahsettiğimiz bu yasayla devlet bünyesine alınmıştı. Heybeliada Ruhban Okulu’nun da emsali bulunmadığından, statüsü de tam net olmadığında kapatılmasına gidilir.

Faaliyet gösterdiği 127 yıl boyunca 1000’e yakın mezun veren okul, Kanada’dan Yeni Zelanda’ya, Ortadoğu’dan Afrika’ya kadar Ortodoks dünyasına hizmet vermiştir. Bu okuldan mezun olan öğrencilerin bir kısmı önemli dini mevkilere de yükselmiştir.

2000’li yılların başında Heybeliada Ruhban Okulu’nun yeniden eğitim ve öğretime açılması gündeme gelir. Okulun açılması düşüncesi o dönem yürütülen AB müzakereleri kapsamında oluşur. Okulun bağlı olduğu Fener Rum Patrikhanesi’nin avukatı Kezban Hatemi eğitim ve öğretime açılmasının şiddetli taraftarıdır ve işi Lozan’a kadar dayandırır:

“Okul kapatılmadan önce de aynı prosedüre uygun olarak eğitim veriyordu. Bu Lozan Antlaşması’nın tanıdığı doğal bir haktır. Milli Eğitim Bakanlığı da bunu uygulayacaktır.”

Milli Eğitim Bakanlığı okulun denetlenmesinin mümkün olamayacağını ileri sürerek, yetkili kurumun YÖK olduğuna işaret eder.

Dönemin YÖK Başkanı Prof. Dr. Erdoğan Teziç ise okul üzerinde otorite kuramayacaklarını belirtir. Teziç başında olduğu kurumun temel hükümleri olduğunu söyleyerek okulun kendilerine verilmesine karşı çıkar:

“YÖK Yasası’nın temel hükümleri var. Atatürk ilkelerine bağlılık gibi. Ruhban Okulu’nun bu ilkelere uymasını nasıl sağlayacağız.”

Elbette bu görüşmeler bir dönem gerçekleşen AB uyum çalışmaları esnasında, 2004 ve 2005 yıllarında meydana gelmiştir. Bu yaşananlardan beş yıl sonra Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Barack Obama 2009 yılının Nisan ayında Türkiye’ye ziyaret gerçekleştirir. Tam da bu sıralarda Yunanistan’da yayımlanan Eleftheros Tipos gazetesinin 26 Mart 2009 tarihli nüshasında şu başlıklı bir haber çıkar:

“Obama’nın İstanbul ziyaretinde Heybeliada için umut’’

ABD Başkanı Obama’nın Türkiye ziyaretinden 10 yıl sonra, 2019 yılının başlarında, Yunanistan Başbakanı Aleksis Çipras Türkiye’ye gelir ve Heybeliada Ruhban Okulu’nu ziyaret eder.

Çipras’ın Heybeliada ziyaretinin ardından, geçtiğimiz Şubat ayında eski Avrupa Birliği Bakanı Egemen Bağış, Yunanistan devlet haber ajansına verdiği demeçte okulun açılabileceğine değinir. Günümüzde turistik gezilere açık olan Heybeliada Ruhban Okulu’nun yeniden faaliyete geçmesi adına ABD lobi çalışmalarına devam ediyor.

Bizans’ın takipçileri tarafından bir din merkezi haline getirilmeye çalışılan ve onların nazarında bir sembol gibi duran, Heybeliada’daki Ortodoks hareketin ileride bir tehlike olacağına daha 1913 yılında farkına varan Sebîlürreşad’ın, işte bu yüzden burada bir İslam Okulu açma girişimlerini takdirle karşılamak gerekiyor.

SEBİLÜRREŞAD DERGİSİ MART 2019 SAYI:1038

14 Şubat 2019 Perşembe

Venezuela Müslümanları ve Maduro’nun çağrısı!

Darül-ü İslâm ile birlikte başta Venezuela olmak üzere Güney Amerika ülkeleri de Doğu’nun içindedir. Toplam nüfusu 32 milyon 500 bin olan Venezuela’da yaklaşık 100 bin ile 400 bin Müslüman olduğu tahmin edilmekte. Diğer Güney Amerika ülkelerine göre Venezuela’da İslam kültürü daha belirgin haldedir. 15 bin Müslümanın yaşadığı başkent Karakas’ta Amerika kıtasının en büyük camisi de yer almaktadır.

Karayip Adaları’ndan sonra İspanyol sömürgecilerin Güney Amerika’da ilk adım attığı topraklar Venezuela, Kristof Kolomb’un 1498 yılında bölgeye gelmesiyle keşfedilir. İspanyol denizci Alonso de Ojeda’nın komutanlığında 1499’da bölgeye yeni bir sefer düzenlenir. Göl kenarında dizili ahşaptan yapılma evlere hayran kalan Ojeda, bölgeyi Venedik’e benzetir ve İtalyanca da Küçük Venedik anlamına gelen Veneziola adını buraya uygun görür. Daha sonra telaffuz değişikliği ile bölge adını Venezuela olarak alır. Ülkenin günümüzde resmi olarak tam adı Bolivarcı Venezuela Cumhuriyeti’dir. 1800’lü yıllarda Amerika kıtasında kendini gösteren bağımsızlık savaşlarında Venezuela da yer alır. Bu yıllardan itibaren özellikle iki isim Venezuela’nın milli kahramanları olarak gösterilir. Bunlar, Francisco de Miranda ve Simon Bolivar’dır. Yeri gelmişken hatırlayalım, Simon Bolivar adı, Ankara Çankaya’da bir caddeye de verilmiştir. 

Türkiye ile diplomatik ilişkileri 1950’lerde başlayan ve dünyanın en zengin petrol kaynaklarına sahip Venezuela’da önemli sayıda bir Müslüman nüfus da yaşamaktadır. Bölgedeki Müslümanların kökenleri 16. yüzyıla kadar dayanırken, büyük çoğunluğu da 18. yüzyılın sonlarına doğru Osmanlı pasaportuyla Amerika kıtasına giden ve ülkede El Turko adıyla anılan Filistinliler, Suriyeliler ve Lübnanlılardan oluşmaktadır. Kölelik düzeninin en şiddetli yıllarında, 16. yüzyılda Afrika’dan getirilen Müslümanlara ilave olarak Hindistan’dan da çok sayıda insan gelir. Güney Amerika ülkelerine dağılan bu Müslümanlara daha sonra Osmanlı pasaportlu insanlar da dahil olur. Köleliğin kaldırılması ve kıta Amerika’sında gerçekleşen bağımsızlık savaşlarına ara verilmesiyle (Bağımsızlık savaşları hâlâ bitmedi ve beş yüz yıllık işgal devam ediyor.), o dönem ‘Yeni Dünya’ olarak adlandırılan Amerika’ya göçmenlerin gelmesi için çalışmalar başlatılır. Amerika Birleşik Devletleri’nin yanı sıra Güney Amerika ülkeleri de göçmen kabul etmeye başlar. Kölelik kaldırılmıştır ve işgücü elzemdir. 

1876 yılının sonbaharında, dönemin Brezilya İmparatoru II. Alfonso Pedro İstanbul’a gelir ve II. Abdülhamid ile görüşür. Osmanlıya Rusya üzerinden gelen Pedro İstanbul’un yanı sıra Mısır, Lübnan ve Kudüs’e de gider. Osmanlı topraklarında gittiği her bölgede ülkesine davette bulunan İmparator Pedro yaptığı konuşmalarda insanlara ülkesinde iş bulabileceklerini söyler. İmparatorun çağrısını duyan Lübnanlılar ve Filistinliler başta olmak üzere birçok Osmanlı vatandaşı Güney Amerika’ya gider. Bunların bir kısmı Venezuela’ya da geçer. Latin Amerika ya da ülkemizde daha çok bilinen adıyla Güney Amerika’ya göç eden Osmanlı vatandaşlarının çocukları, torunları dünyaca bilinen isimler arasına da girer. Bunlardan bazıları; filozof Halil Cibran, oyuncu Salma Hayek, şarkıcı Shakira ile geçtiğimiz günlerde El Salvador’un devlet başkanı seçilen siyasetçi Nayib Bukele. 
Güney Amerika’yı anlatmadan değerlendiremeyeceğimiz Venezuela’nın mutfağına da etki eden bu Osmanlı torunları bölgeye bakliyatı, pirinci getirmeleriyle de bilinir. Osmanlı’dan bu coğrafyaya göçün bir başka şekli de Amerika Birleşik Devletleri üzerinden olur. Yine az evvel bahsettiğimiz dönemlerde, “Amerika’ya hücum!” günlerinde, İstanbul’dan, Lübnan’dan gemilerle çok sayıda Osmanlı vatandaşı yola çıkar. Gemilerin rotası Birleşik Devletlerdir. Ülkeye ulaştıklarında ABD yetkilileri göçmen kotasının dolduğunu gerekçe göstererek gemiler dolusu Osmanlı vatandaşını kabul etmezler. Gemidekiler geri dönmez ve aralarında Venezuela’nın da olduğu Güney Amerika ülkelerine dağılırlar. 

Osmanlı topraklarında yaşanan bu göçlere II. Abdülhamid karşı çıkar ve tedbir alınmasını ister. 
Göçlerle alakalı olarak bir başka konuya daha dikkat çekmek istiyorum. Osmanlı’dan Amerika kıtasına doğru gerçekleşen göçler esnasında Siyonizm tohumları Filistin bölgesine atılmaya başlanmıştır. Osmanlı vatandaşları Filistin ve civarından göç etmeye başlarken Yahudiler de bölgeye gelmiştir. Göç edenlerin arasında Müslümanların yanı sıra Hristiyanların ve Ermenilerin de bulunduğunu belirtelim. 

2018 yılı verilerine göre, toplam nüfusu 32 milyon 500 bin olan Venezuela’da yaklaşık 100 bin ile 400 bin Müslüman olduğu tahmin edilmektedir. Diğer Güney Amerika ülkelerine göre Venezuela’da İslam kültürü daha belirgin haldedir. 15 bin Müslümanın yaşadığı başkent Karakas’ta Amerika kıtasının en büyük camisi de yer almaktadır. Bu caminin adı Şeyh İbrahim el-İbrahim Camii’dir. Ülkedeki Müslümanlar tarafından açılmış İslam merkezlerinden, eğitim kuruluşlarından birçok insan faydalanmaktadır. Venezuela’daki Müslümanların siyasi bir baskı görmemesi İslam alanında yapılan çalışmaların önünü açmaktadır. Etkin kökene gelince, Müslümanların çoğunu Pakistanlılar, Filistinliler, Lübnanlılar, Suriyeliler ve az sayıdaki Türk kökenliler oluşturmaktadır.

Son günlerde, ABD liderliğinde Batı ülkelerinin iktidardan uzaklaştırmaya çalıştığı Venezuela Devlet Başkanı Nicolas Maduro, 2017 yılının Aralık ayında İstanbul’da gerçekleşen İslam İşbirliği Teşkilatı Olağanüstü Zirvesi’ne de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın daveti üzerine katılmıştı. Söz konusu zirve, ABD’nin Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak ilan etmesinin ardından, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın çağrısı üzerine toplanmıştı. Maduro burada yaptığı konuşmayla da dikkat çekmişti: 

“Katliam devam ediyor. Evet bu bir katliam. Masum bir halka yapılan katliam. Benim masum, acısı dinmeyen Filistin halkına yapılan bir katliam. Bu katliam artık bir soykırıma doğru gidiyor. Bu dinler arası bir savaş değildir. Bu kanlı saldırı, finans güçlerinin ve kapitalizmin medyatik askeri güçlerinin Filistin topraklarını zapt etme çabasıdır ve Filistin halkına soykırım yapma çabasıdır. Çok acı. Buradan öncelikle Yahudilere bir çağrım var. Misket bombalarıyla devletiniz Filistin’i şimdiye kadar bombaladı ve katliama devam ediyor. Gazze’de öldürülen çocukların katili İsrail devletine önce dünyanın dört bir yanındaki Yahudiler dur demeli, katil devletlerini Yahudiler ilk kınamalı. Filistin’de Müslüman, Hristiyan, farklı dinden ve kültürden insanlar var. İkinci çağrım bölgedeki Arap halkına ve liderlerine. Ne zamana kadar katliama seyirci kalacaksınız? Filistinli kardeşlerinizin katliamını izlemeye devam mı edeceksiniz? Arap liderleri ne zaman uyanacak? Ne zaman uyanıp, Filistin halkının sesine ses vereceksiniz? Yerin dibine batsın resmi açıklamalarınız, yerin dibine batsın uluslararası protokolünüz, artık harekete geçmelisiniz!”

Mehmet Poyraz - mehmetpoyraz01@gmail.com

SEBİLÜRREŞAD DERGİSİ - ŞUBAT 2019 SAYI:1037


Müslüman Kongresi’nde kadınların talebi

Bundan bir asır önce Rusya’nın Müslüman kadınları, ailenin temel direğini oluşturan kadınların hakları konusunda taleplerde bulunmuştu.


1917’nin başlarında Rusya’da Şubat Devrimi gerçekleştiğinde ülkeyi uzun yıllar yöneten Çar rejimi askıya alınarak Geçici Hükümet kurulmuştu. Prens Lvov liderliğinde kurulan Geçici Hükümet’te Adalet Bakanlığı görevine, Devrimci Sosyalist Partisi (S.R.)’nin lideri Aleksandr Kerenski getirilir. Aynı yılın yaz aylarında, bu hükümetin Başbakanlığına getirilen Kerenski’nin adı Geçici Hükümet ile özdeşleşerek, Geçici Hükümet adı Kerenski Hükümeti olarak ta tarihteki yerini alır. Ülkede kontrolü ele Bolşeviklerin baş düşmanı da Kerenski Hükümeti’dir. Dönem itibariyle yalnız Rusya değil, birçok ülkede milli ve yerli çıkışlar da “sosyalist” kelimesi kullanılır. Rusya’daki esir milletlerden olan Müslümanlar da, oluşan otorite boşluğundan faydalanarak çıkış yolu arayışına girer. Elbette bu arayış sosyalist kimlikle gerçekleşir. Rusya’nın Müslüman fikir kadınları 1917’nin ilkbaharında Kazan’da toplanarak kadın hakları konusunda kongre gerçekleştirirler. İlerleyen süreçte Müslüman sosyalist hareketin içerisinde aktif olarak yer alacak bu kadınlar, Kazan’daki toplantıdan sonra 1 ve 11 Mayıs tarihleri arasında gerçekleşen Beşinci Rusya Müslümanları Kongresi’ne de katılarak İslam tarihine not düşerler. Bu kongreyi, konuyla alakalı çalışanların bir kısmı Birinci Kongre diye tanımlamaktadır. Halbuki kongre Beşinci Kongredir. Zira öncesi de vardır birkaç yıla yayılan. Daha çok milliyetçi çalışmalarda Birinci Kongre denildiğini de vurgulamak gerekiyor. Konumuzdan çıkmamak adına devam ediyoruz. Moskova’da gerçekleşen söz konusu kongre, Musa Carullah Bigiyev’in Kuran okumasıyla başlar. Hayırlara vesile olması adına dualar edilir. Ayaz İshaki’den Zeki Velidi Togan’a, Sadri Maksudi’ye kadar birçok isim görüş beyan eder. Kongre güzel başlamıştır. Günlerce, saatlerce Müslümanların yeni dönemde nasıl bir yol izlemesi gerektiği hususunda görüşler dile getirilir. Ümmet bilinciyle başlayan kongre, milliyetçi fikirlerin ortaya çıkmasıyla ve bunun da benimsenmesiyle bölge Müslümanlarının son defa bir araya gelmesine sahne olur. Az önce zikrettiğimiz Müslüman kadınlar, günümüzde hâlâ tartışılan konuları bundan 102 yıl önce gündeme getirmesi hayli ilginç. Aile kurumunun temel direği olan kadınların hakları hususunda Rusyalı Müslüman kadınlar bakın ne demiş;*

İlhamiye Hanım:
…Kararlarımızın bazıları küçük ve önemsiz gibi görünüyorlarsa da bunlar bizim yüz yıllardan beri sürüp gelen ve yaşayışımızı zehirleyen kötü zihniyet ve alışkanlığa çare arayan kararlardır. Bunlar, bizim durumumuza zarar değil, belki iyilik getirecek ıslahatı kapsamaktadır. Biz, kadınların siyasi haklarının ve vatandaşlıkla eşitliğe sahip olmalarının tanınması taraftarıyız. Aile hayatının köklerini zehirleyen unsurların yok edilmesini ve bu harekete hemen geçilmesini istiyoruz. Analarımızın, kardeş ve ablalarımızın şimdiye kadar çektikleri azabların bitirilmesini talep ediyoruz.

Fatma Hanım:
Efendiler! Müslüman kadını denilince gözlerimizin önüne en gönülsüz ve en iç karartıcı görüntüler diziliyor. Hakları gasp edilmiş, hürriyetleri alınmış, ezilmiş, çiğnenmiş, cariye edinilmiş, ama bu hallerini düşünemeyen yahut düşünmelerine izin verilmeyen utangaç ve aciz Müslüman kadının hali göz önünde safha safha açılıyor. Hayat yolunda eşine yardım etmesi, elele vermesi, mücadele dünyasında dalgalara karşı onunla birlikte hareket etmesi gerekli olan Müslüman kadınları sosyal alanda gereksiz ve fazla bir uzuv hesap ediliyorlar. Onların hayatta hiçbir hizmetleri gereksinmiyor. Hiçbir siyasi ve vatandaşlık hakkı tanınmıyor.

Emine Muhiddinova:
Olgun dünya kurmalıyız, mukaddes hürriyet günlerinde erkeklerimizle işbirliği yapmalıyız. Kadın meselesi müzakereye konulunca, şimdiye kadar yalnız şeriat açısından tartışıldı. Fakat şeriatı çeşit şekilde anlamak var. Bu mecliste kurcalanan çok kadınla evlenme konusunda şeriatın hükmünü ayrı şekiller de yorumlayıcılar var. Bunlar birleşemediler. Bu soruna tarih açısından da bakmak gerek. Çok kadınla evlenme yalnız Müslümanlıkta olmamıştır. Avrupa’nın eski milletlerinin hepsinde cereyan etmiştir. Ancak medeniyetin ilerlemesiyle ortadan kalkmıştır. Bu, eski Arap kavimlerinde de olmuştur. Hatta bunlarda kadınların sayısı bile sınırlanmamıştı. Peygamberimiz İslamiyete başladığı zaman böyle idi. Peygamberimiz, kadına olan saygısından dolayı bu sınırsız işe bir sınır kesti, düzen verdi. Bu o zaman ki Araplara ağır geldi. Araplar, İslamiyete saygılarından ötürü, çok kadın yerine dört kadına razı olmuştur. Çok kadınla evlenme eskiden vardı. Ama şimdi bu mümkün değildir. Şimdi vicdanla iş görmek ve yaşamak mecburiyetindeyiz. Eski adetler zamanla değişiyor ve kalkıyor.

* Rusya’da Birinci Müslüman Kongresi, İhsan Ilgar,1988. s.381-383,393.


Mehmet Poyraz - mehmetpoyraz01@gmail.com

SEBİLÜRREŞAD DERGİSİ OCAK 2019 SAYI:1036

Almanlar Sebîlürreşad’ı neden satın almak istemişlerdi?

Almanlar, İslamcı politikaları uğruna Sebîlürreşad’ın da içinde yer aldığı birkaç dergi ve gazeteyi satın almak isterler. Dönemin Alman arşiv kayıtlarında da vardır bu satın alma girişimi. Araştırmalar yapılır ve İstanbul’dan Berlin’e bir rapor gider. Sebîlürreşad’ı satın almak mümkün değildir. O dönemin İstanbul ve Berlin ilişkilerini düşündüğümüzde diyebiliriz ki, Almanlar dergiyi satın alamayınca kapatılması için dönemin Osmanlı hükümetine baskı yapmıştır.


TÜRKÇÜLÜĞE önem vermesiyle bilinen ve kimi çevrelerce hakkında övgüler yapılan Alman Şarkiyatçı Martin Hartmann, Mehmet Âkif’ten neden hoşlanmamıştı? Birinci Dünya Savaşı başlamış, gemilerinin Karadeniz’de Rus donanmasına saldırmasıyla beraber Osmanlı Devleti, Almanya ile Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun yanında savaşa dâhil olmuştur. Bu saldırıdan kısa bir süre sonra, Almanların da desteğiyle, 11 Kasım 1914 günü, cephelerden Almanya’ya esir düşen Müslümanlardan seçilen birkaç esirin de İstanbul’a getirilmesiyle Cihad-ı Ekber ilan edilir. Tören için İstanbul’a esir getiren Alman görevli Schabinger ile birlikte Şeyh Salih Tunusî ve Mehmet Âkif de Berlin’e gider. Her ikisi de cephelerden Almanya’ya esir düşen Müslümanlara Cihad tebliğ ederken, bir yandan da Alman kamuoyuna cihadı anlatacaklardır. 
Tunuslu Şeyh Salih, Almanya’da el üstünde tutulur. Önemli bir din adamı ve politikacıdır Almanlara göre. Bulunduğu ortamlarda dikkati üzerine çeken Şeyh Salih’e gösterilen ilgi Mehmet Âkif’e yoktur. Şeyh Salih’ten duydukları memnuniyeti İstanbul’a telgrafla bildiren Alman yetkililerin Âkif için aynı duyguları taşıdıkları söylenemez. Bunu Schabinger’in anılarında da açıkça görmekteyiz. 
Schabinger’in, hatıratında Şeyh Salih’in önemli bir kişi olduğundan ve Enver Paşa’ya yaptığı yardımlardan bahsederken Mehmet Âkif için küçümseyici cümleler kullanması dikkat çekicidir: 
“Gerçek bir Türk olan ikinci refakatçiyi bana kimin getirdiğini şimdi tam hatırlayamıyorum. O, İstanbul’daki dinî bir derginin muharriri idi.”
Schabinger’in burada sözünü ettiği dergi Sebîlürreşad, muharriri de Mehmet Âkif’ti. İlginç bir şekilde, Şeyh Salih’le olan dostluklarından ve birlikte yaptıkları çalışmalardan bahseden Schabinger, Mehmet Âkif’ten söz etmekten kaçınır. Buna benzer bir değerlendirme de Alman Oryantalist Martin Hartmann’ın anılarında yer alır. Hartmann, Şeyh Salih ve Mehmet Âkif ile tanışmasını şöyle anlatır: 
“Bugün, sıra dışı ilginç bir karşılaşma oldu. Şeyh Salih gerçekten sıradan biri değil. Zavallı Türk ise onun tam tersi. Salih ne istediğini biliyor. Ve istediği şeyleri başarılı bir şekilde anlatmasını da… Böyle bir adam ile çalışılabilir. Şeriatın doğruluğuna olan inanmışlığına rağmen onunla bir anlaşma zemini gerçekleşebilir.”
Alman görevlilerle aralarında bir anlaşmazlık olduğu açıkça hissedilen Mehmet Âkif’in Almanya’da İslam Üniversitesi kurma fikrini de Hartmann yazısında ele alır: 
“Almanya’da, Müslüman hocalar tarafından eğitim verilecek İslamî üniversite kurulması fikri hoştu! Bilim konusundaki bu idraksizliğe daha sert bir tepki vermediğim için sabrıma hayran kalmışlardır herhalde. Bilimin ne olduğu konusunu bu sınıflara açıklamanın elbette hiçbir faydası yok. Bir süre daha bu böyle geçecektir. Bugün beni ziyaret eden Mehmet Âkif ile Mehmet Emin üzerine öğretici bir görüşme yaptım. Mehmet Âkif, yeni zamana ayak uyduramamış Türk dar kafalılığının bir temsilcisi olarak, eski yöntemlere göre verimsizce çalışmak arzusundadır. Ne mutlu ki bana, gayet sakindim. Neticede böyle insanlarla kavga etmenin getireceği hiçbir şey yok...”
Sebîlürreşad’da yayınlanan Berlin Hatıraları adlı seri şiirlerinden başka Almanya’ya dair hiçbir şeyi yazmayan Âkif, ömrünün geri kalan kısmında da bu konuya yine detaylı şekilde girmemiştir. Âkif Almanya günlerini yazmamıştır ama dostlarına kısa kısa anlatmıştır. Mithat Cemal ve Eşref Edib ile yaptığı dost sohbetlerinde Berlin konu edilir. Sebîlürreşad imtiyaz sahibi Eşref Edib Fergan, hatıratında Âkif’in Almanya seyahatinden bahseder. Fergan yazısında, esir Müslümanlara özel gazete çıkarıldığını, onlara iyi davranıldığını, cami yapıldığını belirtirken, bütün bunların Almanlar tarafından yürütülen bir siyaset, Osmanlı’ya karşı bir cemile olduğunu da ifade eder:
“Harbiye Nezareti’ne merbut Teşkilat-ı Mahsusa kendisine mühim vazifeler tevdi etti. Bunun üzerine Berlin’e gitti. İtilaf Devletleri ordularından alınmış birçok Müslüman esirler vardı. Almanlar bunları diğer esirlerden ayırmış, bunlara mahsus kamplar yapmışlardı. Üstad, Müslüman esirlerin geçirdiği hayatı görmek ve onlara bazı şeyler söylemek için Berlin›e gitmişti.” Mithat Cemal ile Mehmet Âkif dost meclisindedirler. Sohbet, Âkif’in Almanya günlerine gelir. Âkif Berlin’de iken tanınmış Alman müsteşrikleri sorulur kendisine. Cevaplandırır soruyu ve “Hartmann’mış” der. Âkif konuşmasının devamında tanışmak istediğini, zaten Hartmann’ın da kendisiyle görüşmek istediğini söyler. Almanya’nın tanınmış müsteşriklerinin içerisinde önemli yeri olan Martin Hartmann ile bir araya gelirler. Buluşmalarında her haliyle Oryantalist olduğunu belli eden Hartmann’ı “ilim dalaverecisi” diye tanımlayan Mehmet Âkif şu ifadeleri kullanır:
“Benim gözümü boyamak isteyen birtakım umumî laflar etti. Ben dediklerini dinler gibi göründükten sonra, ‘En iyi bildiğiniz Türk şairi kimdir?’ dedim. O tereddütsüz ‘Fuzuli’ diye cevap verdi. Sonra şunu ilave etti: ‘Ben şimdi bunu yazmakla meşgulüm.’ Bir de gördüm ki, herif Fuzuli’yi okuyamıyor, hele hiç anlayamıyordu. Artık tahammülüm kalmadı, ‘Ben’ dedim, ‘Bilgilerinizin sınırını takdir edecek durumda değilim, fakat size bir şey söyleyeyim mi? Fakat sizin en bilmediğiniz ve anlamadığınız Türk şairi Fuzuli’dir, buna emin olun’. Herif iki gün sonra Fuzuli’nin ‘Su Kasidesi’ni öğretmemi benden rica etmesin mi?”
Martin Hartmann’ın o dönem İstanbul’da görüştüğü ve kendine göre samimi bulduğu yazar ve şairlerin Türkçü olması dikkat çekicidir. Halide Edib ve Mehmet Emin gibi Türkçü isimlerle devamlı görüşen ve bunları dost edinen Hartmann, Âkif’ten adeta nefret ediyordu. Mehmet Âkif ona göre bir İslamcı değildi. Yönlendiremiyordu. 
Sebîlürreşad, 18 Mart 1915 tarihinde Şeyh Salih ile birlikte Mehmet Âkif’in İstanbul’a döndüğünü okuyucusuna duyurur. Mehmet Âkif, Berlin’den gelmesinden kısa bir süre sonra Şeyh Salih Tunusî ve Kuşçubaşı Eşref ile birlikte Necid çöllerine gider. 
Devletin görevlendirmesiyle Arap coğrafyasını dolaşan Âkif, buralardaki Osmanlı vatandaşı insanlara yaşanan savaşı anlatarak birlik olunmasını sağlamaya çalışır. Almanlar Âkif›ten hoşlanmamıştır. Şeyh Salih ise talep görmeye devam eder. Almanların isteğiyle, Şeyh Salih tekrar Almanya’ya giderek propaganda çalışmalarına devam eder ve savaş bitene kadar bu ülkede kalır. Sebîlürreşad, 1916-1918 yılları arasında 20 ay yayınlanmaz. İttihat ve Terakki Hükümeti yayınlardan rahatsız olur. Sebîlürreşad birkaç defa kapanır. 
Derginin bu dönemde kapalı kalması hayli düşündürücüdür. Sebîlürreşad’ın çıkmaması, daha çok savaş nedeniyle yaşanan kâğıt sıkıntısına dayandırılır. 
Kâğıt sıkıntısı doğrudur, ancak öte yandan İttihat ve Terakki’nin desteklediği Tanin gazetesi kesintisiz çıkmaya devam eder. (Almanlar kâğıt sıkıntısının üstesinden bir şekilde gelmekteydi.) 
İslam politikasının güdüldüğü bir dönemde, İslamcı bir yayının kâğıt sıkıntısından dolayı çıkmaması tuhaf bir durumdur. Hâlbuki böyle bir dönemde Sebîlürreşad’a çok ihtiyaç vardır. O dönemle ilgili bir de şöyle iddia var: İttihatçıların içindeki belli bir kesimin dinde reform çalışması yürüttüğü için, buna Sebîlürreşad’ın karşı durmasını engellemek maksadıyla derginin yayınları durdurulmuştur.Kapatılma ile ilgili şu bilgiler de önemlidir: Almanlar, İslamcı politikaları uğruna Sebîlürreşad’ın da içinde yer aldığı birkaç dergi ve gazeteyi satın almak isterler. 
Dönemin Alman arşiv kayıtlarında da vardır bu satın alma girişimi. Araştırmalar yapılır ve İstanbul’dan Berlin’e bir rapor gider. Sebîlürreşad’ı satın almak mümkün değildir. 
O dönemin İstanbul ve Berlin ilişkilerini düşündüğümüzde diyebiliriz ki;
“Sebîlürreşad, Almanya’nın baskısıyla kapatılmıştır.”. 


Mehmet Poyraz - mehmetpoyraz01@gmail.com
SEBİLÜRREŞAD DERGİSİ ARALIK 2018 SAYI:1035

Osmanlı banknotlarına İngiliz müdahalesi

Yerel halkın kağıt parayı kabul etmemesi Osmanlı banknotunun değerini düşür. Irak Cephesi’ne gelen Cihat birliği Asya Taburu bu duruma şaşırırken, banknotun değerlenmesi için Halil Paşa çözümler üretir.

BİRİNCİ Dünya Savaşı’nın başlama nedeni ekonomiye dayalıydı. Sömürülecek zengin topraklar sadece Darü’l-İslâm’ın Osmanlı coğrafyasında kalmıştı. Bir de Afganistan vardır, fakat daha o zamanlar o kadar cazip değildir. Osmanlı Devleti, sömürgeci Batı’ya karşı kahramanca savaşır. Savaş boyunca, dünyanın yüzlerce kilometre yürüyen tek ordusuna sahip olan Osmanlı, bu haliyle de büyük ihtimalle tarihte ayrı bir yere sahiptir. Irak’tan Kafkasya’ya, Erzurum’dan İstanbul’a, İstanbul’dan Filistin’e, Kanal Cephesi’ne, Çanakkale’den Irak Cephesi’ne yürüyen bir ordu düşünün… Osmanlı Ordusu, savaş boyunca devamlı hareket halindedir. Konumuz gereği ele alacağımız Irak Cephesi’nde, Türk Ordusu’nun tamamı Anadolu’dan gitmiştir. Anadolu’dan giden askerler arasında Rusya adına savaşa katılan ve sonrasında da Batı Cephesi’nde Almanlara esir düşen, Cihad-ı Ekber ilan edildiğinde Osmanlı adına Irak Cephesi’ne giden Asya Taburu da vardır. 
Bu taburun askerleri Rusya Müslümanlarından oluşmaktaydı ve çoğunluğu İdil – Ural sahasından olmak üzere Kırım, Türkistan ve Kafkasya’dandı. Savaşa Rusya adına katılan bu Müslümanlar esir düşüp Almanya ve Avusturya’daki kamplarda tutulmaya başlanmış, İstanbul’un Cihat ilan etmesiyle Osmanlı saflarında İngilizlere karşı savaşmaya gönüllü olmuşlardı. 
1916’nın Mayıs ayının ilk günlerinde İstanbul’a özel trenle gelen 1000 kişilik Asya Taburu, sonbaharda Irak Cephesi’ne gitme emri alır. Anadolu’dan Suriye’nin Cerablus şehrine geçerken ilginç bir durumla karşılaşırlar. Kendilerine maaş olarak verilen kâğıt paranın buralarda hiç kıymeti olmadığını anlamakta zorlanırlar. Zira kendi ülkelerinde, Almanya ve Avusturya’da hiç böyle bir durum ile karşılaşmamışlardır. Öte yandan, daha önce de böyle bir şey duymuş değillerdir. 
Asya Taburu askerlerinden Hidayet Çavuş yaşadıklarını şöyle anlatıyor: 
“Yine trenle yol çıktık. Bu civardaki köylerin bir kısmı Kürt köyleriydi. Köy ahalisi askere bulgur hazırlamakla meşguldü. Sadece orada askerlere üzüm, karpuz ve yoğurt satmaya gelen Araplar samimi değillerdi. Onlar bizden kâğıt para almak istemiyorlar, sadece altın ve gümüş para soruyorlardı. Biz ilk defa kâğıt para almak istemeyenleri görünce şaşırdık. Kâğıt parayı alan da değerini azaltarak almaya, bir lirayı iki mecidiye olarak hesaplamak istiyordu. Yoldaşlarımız, ‘Bu nasıl söz? Kâğıt parayı tanımamak, devleti tanımamak değil mi? Biz devletten bu paraları alıyoruz!’ diye kızmakta haklılardı. Çünkü onlar bugüne kadar hiçbir devlette altın, gümüş, kâğıt paraları ayırt edenleri görmemiş ve işitmemişlerdi. Hükümetten çok zorlukla aldıkları on on beş kuruş kağıt paralarını kendi istedikleri gibi harcayamamaları, askerlerin durumunu zorlaştırıyordu. Askerler vatan hasretiyle yanarken, Arapların ‘Türkler yenilirse onun kâğıt parasını kim alır?’ diye düşünmeleri askerler arasında nefret uyandırıyordu.” 
Asya Taburu, burada para konusunda yaşadıkları sıkıntının daha fazlasını ilerleyen zamanlarda Irak’ta yaşar ve zamanla bu duruma alışır. 
Osmanlı ilk kâğıt parayla 1840 yılında, Sultan Abdülmecid döneminde tanıştı. “Kaime-i Nakdiye-i Mutebere” adıyla para yerine geçen kâğıt, para olmaktan çok, faiz getirili bir borç senedi veya hazine bonosu niteliğinde çıkarıldı. Bu paralar matbaada basılmıyordu. Elle hazırlanıyor ve her birine resmî mühür vuruluyordu. Bu durum, kaimelerin kolayca sahtelerinin yapılmasını beraberinde getirdi ve kâğıt paraya bir güvensizlik oluşturdu. Sahte paranın önlenmesi adına 1842 yılından itibaren kaimeler matbaalarda basılmaya başlandı ve el yapımı olanlarla değiştirildi. 
Daha savaşa girmeden, 3 Ağustos 1914 tarihinde Osmanlı Bankası banknotlarına tedavül zorunluluğu getirilir. Böylelikle banknotların piyasada altın sikke gibi alınıp verilmesinin önü açılır. Aynı yıl, 5 Ekim günü de altın ihracı yasaklanır. Bütün savaş boyunca da Almanya ve Avusturya – Macaristan’dan borç alınır. 161 milyon lira tutarındaki kâğıt para piyasaya sürülür. 
Savaşın başlamasıyla, para sistemindeki sorunları gidermek adına, devletin uzun yıllardır gündeminde olan Tevhid-i Meskukat Kanunu çıkarılır. 8 Nisan 1916 tarihli bu kanuna göre 1 lira, 100 kuruş olarak belirlenir. Savaş masraflarını karşılamak için kâğıt para daha çok basılmaya başlandı. Bu haliyle ekonomiyi de olumsuz etkileyen kâğıt parayı o dönem Anadolu, Irak ve Suriye köylülerinin önemli bir çoğunluğu tanımıyor ve bilmiyordu. Mallarına karşılık olarak devamlı madeni para talebinde bulunuyorlardı. Vaziyet böyle olunca, köylülerle yapılan alışveriş öncesi eldeki kâğıt para, madenî paraya dönüştürülüyor, ardından da ticaret gerçekleşiyordu. Birinci Dünya Savaşı sırasında Irak’ta bulunan İngilizler, Osmanlı ekonomisine müdahalede bulunurlar. İngilizlerin hesabına göre 1 altın Türk lirası, 140 gümüş akçe, 1 mecidiye de 22 buçuk ufak gümüş akçeye karşılık gelir. İngilizler, Osmanlı’nın kâğıt parasını da tedavülden kaldırırlar. Bölgede hiçbir hükmü yoktur kâğıt paranın. Araplar bu yüzden Osmanlı’nın kâğıt paralarını hiçbir şekilde kabul etmezler. Arap tüccarlar halktan aldıkları altın ve gümüş paraları İngilizlere verir ve bu yolla ticaret yapıyorlardır. Kimi Arap tüccarlar, Osmanlı’nın değil de İngilizlerin tebaası gibi hareket ediyordu. Osmanlı askerleri bu hal üzere Irak’ta İngilizlerin geliştirdiği ekonomi politikasından etkilenirler. Askerlerde altın ve gümüş para yoktur, kâğıt paraları vardır. Erzakları ve çeşitli ihtiyaçlarını karşılamakta zorlanırlar. 
Askerlerin kâğıt para sıkıntısı başka tüccarlar tarafından kısmen de olsa çözülür. İstanbul veya Anadolu’ya geçip ticaret yapan tüccarlar, askerlerden kâğıt paraları çok düşük değerden alıyorlardır. Askerler buna mecburdurlar, zira yapacak bir şey yoktur. Askerlerin pazara götürüp tüccarlarla takas ettiği altı yedi kâğıt lira, 1 altın lira değerinde oluyordur. Irak’ta Osmanlı askerinin ihtiyaçlarını kâğıt para ile karşılamak neredeyse olanaksızdır. Bu durum Osmanlı Ordusu’nu zor duruma sokar. 17 Aralık 1915 tarihinde Irak Komutanlığı’na müracaat eden Semave Kaymakamı Aziz Bey, kendisine yollanan 46 adet banknot ile alışveriş yapmanın imkânsız olduğunu bildirir. Banknotları iade edeceğini ve karşılığını madenî para olarak almak isteyen Aziz Bey’in aşiretlere vereceği ödeneği kalmamıştır. 
18 Mart 1916’da 13’üncü Kolordu ile 18’inci Kolordu’nun yanı sıra İran’daki harekâta dörder bin, Süvari Tugayı’na bin lira, altın ve ufaklık olarak gönderilir. 
Osmanlı banknotunun buradaki itibarsızlığı ve madenî para karşısındaki değersizliği, savaş yılları boyunca artan bir değişme gösterir. 1916’nın Ekim ayında, Hay bölgesinde 2000 lira, 800 kâğıt liraya denk geliyordu. Mayıs 1917’de 100 kuruşluk banknot, İstanbul’da 35 kuruş ederken Konya’da 30, Halep’te 25, Musul’da 10, Bağdat ve civarında 8 kuruş etmekteydi. 
Bağdat’tan Türk Ordusu’nun ayrılmasıyla beraber banknotun değeri iyice düşer. 3 ilâ 3 buçuk kâğıt lira, 1 altın liraya düşmüştür. 1918 yılının ilkbaharına gelindiğinde, Musul’da 1 altın lira 6 ilâ 6 buçuk kâğıt lira ediyordu. İstanbul’da ise 3 ilâ 3 buçuk kâğıt lira, 1 altın lira tutarındaydı. Kerkük’te durum daha kötüydü. 1 altın lira, 7 ilâ 7 buçuk liraya denk gelmekteydi.
23 Kasım 1916 günü, Irak Cephesi’nde bulunan VI. Ordu Kumandanı Halil Paşa, Osmanlı banknotunun değerinin artması için bir dizi önlemler alınması için emir yayınlar. Buna göre VI. Ordu bölgesinde yer alan, Bağdat, Musul, Zor ve İngilizlerin olmadığı Basra’nın bir bölümünde altın paralar Halil Paşa tarafından tedavülden kaldırılır. Riayet etmeyenlere ağır cezaların da geldiği bu uygulamada pek başarılı olunamaz. Halil Paşa 31 Ekim 1917’de Başkumandanlık Vekaletine yazdığı raporda, bölgede kağıt paranın bir türlü geçerli akçe olamadığından yakınır. Savaşın sonlarına doğru 1 liralık banknot 10 guruş ederindedir. Kağıt paranın böyle olması sivil halk açısından bir sakıncası yoktur. Fakat bölgede görevli askerler, memurlar ve bunların aileleri epey etkilenir. Devletten kağıt para şeklinde maaş alıyorlardı. Resmi olarak paraları yüklüce vardır ama tüccarın, esnafın gözünde değeri düşüktür. Osmanlı banknotunun değerinin yükselmesi için Musul Valiliğinden VI. Ordu Kumandanlığına bir öneri gelir. Ordunun olumlu baktığı öneriye göre, bölgede devlet vergi toplarken kağıt para tahsilatına da önem verilecektir. Örneğin vergi borcu150 guruş ise, vatandaş bunun 15 guruşu kağıt para olarak ödeyecektir. Uygulama işe yarar. 1 liralık banknotun değeri iki ay gibi sürede 10 guruştan 18 guruşa yükselir. Kağıt para bu şekilde değer kazanmaya devam ederken, İstanbul’dan, Dahiliye ve Maliye Nezaretlerinden tepki gelir. Dönemin hükümeti bu şekilde vergi toplanmasına karşı çıkar. 
Halil Paşa vergi toplama uygulamasının bu haliyle devam etmesi için Dahiliye ve Maliye’ye yazı yollar. Paşa’nın isteğine yanıt verilmez. Osmanlı banknotun yeniden değerini yitirmeye başlar ve topraklarını da.
Kaynaklar: I-ATASE Arşivi, II-Orhan Avcı, Irak’ta Türk Ordusu 1914 - 1918, Vadi Yayınları, 1.Baskı, Ocak 2004.
III-Yana Milli Yul Dergisi, Berlin, 1932, Sayı:2. “Arap alfabesiyle Tatarca yazılmış metni çeviren Kazan Müslümanlarından İlyas  Miftakhov’a teşekkürler.”



Mehmet Poyraz - mehmetpoyraz01@gmail.comSEBİLÜRREŞAD DERGİSİ - KASIM 2018 SAYI:1034