Türkiye ve Bolşevik Rusya Ekseninde
Moskova ve Ankara’da aynı günlerde ne yaşandı?
Ankara’da ikinci Meclis’in oluşum günleri
aslında bir politika değişikliğinin deişaretidir. Siyasi tasfiyeler bu döneme
rastlar. Aynı günler, Sovyet Rusya’da da İslamcıların “Büyük Tasfiye” yaşadığı
günlerdir...
Tarih, Milli Mücadele ve 1920’nin ilk
günleri. Mustafa Kemal Paşa Ankara’ya gelerek, Anadolu’daki düşman
işgaline karşı yurt genelinde örgütlenme başlatır. Örgütlenme işine ilk önce
gazete çıkarmakla başlayan Mustafa Kemal, bu işi büyük bir şevkle yapar. Zaten
Harbiye yıllarından itibaren ilgiliydi. Hatta, İstanbul’un işgal edildiği
ilk günlerde gazete dahi çıkarır. O’nun bu arzusu Milli Mücadele döneminde hem Sivas’ta hemde Ankara’da yeniden
gerçekleşir. Bizzat Mustafa Kemal’in girişimiyle, İrade-i Milliye’den sonra Milli Mücadele’nin ikinci gazetesi, 10
Ocak 1920’de yayın hayatına başlar. İlk günler haftada iki veya üç gün
çıkıyordu, adı da; Hâkimiyet-i Milliye idi.[1]
Sadece kâğıt, boya ve teknik ekipmanda bazı eksiklikler vardı. Bütün
bunların çoğu İstanbul üzerinden temin edildiğinden sıkıntılar meydana
geliyordu. Hepsini bir şekilde aşıyorlardı. Milli Mücadele’ye destek veren
yalnız Hakimiyet-i Milliye değildi. Anadolu’nun dört bir yanından gazeteler
Milli Mücadele’ye önemli ölçüde katkılar sundu. Mustafa Kemal Paşa gazeteleri
seviyor ve destekliyordu. O’na göre Anadolu insanı, birbirinden günbegün
haberdar olmalıydı ve bu ancak basın yoluyla mümkün olabilirdi. Ancak zaferden
sonra uygulanan siyasete bazı eleştirel basın yayın üzerinden olunca yeni
kurulan devlet bu eleştirileri kaldıramaz düşüncesiyle “Takrir-i Sükun Kanunu”yla
muhalif yayınlara son verildi. Kitaplar da payını alır bu susturulma
hareketinden. O dönemi, Sovyet Rusya’daki gelişmelerle birlikte aktarmaya
çalıştığımız bu makalede, Takrir-i Sükûn’a farklı açıdan bakılmıştır. Şöyle ki;
Milli Mücadele yıllarında, Ankara Hükümeti ve Sovyet Rusya birlikte hareket
eder. Her ikisi de emperyalistlerden kurtulduğu vakit iç siyasetlerinde
revizyona gider. Türkiye’de revizyon, Takrir-i Sükun Kanunu ile başlar. Şimdi
revizyon öncesine gidelim ve kısaca neler yaşanmış bir bakalım; Hakimiyet-i
Milliye’nin 1920’den 1922’ye kadar olan süredeki esas özelliğinin Bolşevik
fikirlere aşırı derecede yer vermiş olduğu görülür. Bunun nedeni de, Halil
(Kut) Paşa ve Enver Paşa üzerinden Ankara Hükümeti’nin Bolşevik
Rusya ile temasa geçmesi, işbirliği içerisinde olmasıdır. Bolşevik
Rusya’nın rejimi, Sosyalizmdi, Bolşevizm idi. Ankara’nın ve Moskova’nın
ortak düşmanı da İngilizlerdi. Hatırı sayılır bir yardım gelmişti Moskova’dan…[2] Bunlar;
silah, cephane, top, yüklüce altın, otomobil, telsiz - telgraf istasyonu ve
enformasyon yardımıdır. Bu yardımlar sonrası Anadolu’da bir Bolşevik sevdası
başladı. Öyle ki, Sosyalizmi ve Bolşevizm’i çağrıştıran “yoldaş” kelimesi,
hem Mustafa Kemal, hem de resmi pek çok makam tarafından yazışmalarda,
rahatlıkla kullanılmaya başlamıştı. Hatta Moskova’dan yardım alabilmek ve bu
yardımı sürekli hale getirmek adına, Ankara Hükümeti haliyle, daha bir Bolşevik
yakınlaşmaya gitti. Moskova’da bulunan ve burada Bolşeviklerle yaptığı
görüşmeleri Ankara’ya aktaran Enver Paşa’ya, Mustafa Kemal Paşa tarafından
yazılan mektupta uyarı da yapılır; ondan İslamcı görünmemesini ister. Bu
uyarıdan, Mustafa Kemal’in o dönem dine karşı bir tavır aldığını düşünmek
yanlış olur. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin dualarla
açıldığını, Mustafa Kemal Paşa’nın 7 Şubat 1923 tarihinde; Balıkesir Zağanos
Paşa Camii’sinde gerçekleştirdiği hutbesinde mealen “Anayasamız
Kur’an’ın emirlerindendir” dediğini de hatırlayalım. Hakimiyet-i Milliye,
birkaç ay içinde Anadolu’daki direnişin resmi yayın organı olur. Gazetenin
propagandası iyi gider. Bolşevizm üzerinden İngiltere’ye ve Batı’ya
yüklenilirken, halk da bir araya getirilir. Her şey öyle hızlı gelişiyordu ki,
o dönem çoğu çevrede şu da sorulmaktaydı; “Bolşevik mi oluyoruz?” Aslında
kimsenin Bolşevik olduğu yoktu. Koşullara uyum sağlıyorduk. Komik ama
gerçektir; sosyalizmin fikir babası Marks’ın Kur’an-ı Kerim’den
ilham alarak bu düşünceyi yazdığı, daha da ileri gidilerek Kur’an-ı Kerim’in
Türkçeye çevrilmiş halinin Bolşevik düşünceler olduğu yönünde söylentiler bile
ortaya çıktı. O dönem, Anadolu’da Milli Mücadele çevresinde Bolşevik karşıtı
söylemlerde bulunmak, Bolşevizm’i eleştirmek büyük cesaret ister hale geldi ve
Bolşevik karşıtlığı, düşmanla, İngilizlerle işbirliği yapmak gibi
değerlendirilmeye başlandı. Anadolu’da Yeşil Ordu olarak adlandırılan
Bolşevik düşüncede bir askeri birlik kurulur. Mustafa Kemal’in, dolayısıyla
Milli Mücadele etrafındadır bu Yeşil Ordu ve lideri de Çerkez Ethem’dir.
Milli Mücadele’nin önemli isimlerinden Rahmi Apak hatıralarında Yeşil
Ordu’dan bahsederken,[3] ne
olduğunu bilmeden katıldığı Yeşil Ordu’yu anlatır; “Düşman, bütün
Anadolu’yu istila edecek olursa ve bütün vuruşmalarda ölmeyip sağ kalacak
olursak Kafkaslara kadar çekile çekile çarpışacaktık. Türk Müslüman efsanesindeki
Kızıl Elma belki de bu idi. Oralara kadar çekildikten sonra ise Yeşil Ordu ile
işbirliği etmek zaruri olacaktı. İtiraf edeyim ki, bu bizim için geride
bir destek ve kuvvet idi.”
Ankara ve Moskova’da
İslamcılar aynı dönemde
tasfiye ediliyor...
Ankara Hükümeti’nin müttefiki Sovyet
Rusya’da da halk dayanışma içerisindedir. Rusya’da Müslümanlar inançlarıyla
birlikte Bolşeviklerin yanındadır. Her iki bölgede; Anadolu’da ve Rusya’da,
bütün milletlerin dayanışması emperyalist işgalcilerin defedilmesiyle son
bulur. Rusya’da emperyalistler fiilen olmasa da yerel halk üzerinden bölgede
kendini hissettirmiş uzun süren kanlı bir iç savaşa neden olmuşlardı.
Bolşevikler, Lenin’in tezlerinden; “Milletlerin kendi kaderlerini
kendileri belirleme hakkı”ndan doğan Rusya Müslümanlarına söz verdikleri
İslam Devleti’nin kurulmasından yana değildir artık. Türkiye Cumhuriyeti’nin
kuruluşu, işgalci devletlerin kovulması bu topraklardaki Ümmet birliği
sayesinde gerçekleşir. Her iki ülke de, cumhuriyetlerini kesinleştirdikten
sonra garip bir hale bürünür. 1920’nin başından beri neredeyse aynı adımları
beraber atan Türkiye ve Sovyet Rusya, rejimlerini
resmileştirdikten sonra yine birlikte yürümeye devam eder. Rusya’da alınan
herhangi bir kararın örneğini, aynı dönemde Türkiye’de de görmek pek ala
mümkündü. Aynı anda ilk aldıkları resmi kararı belirtecek olursak; 16 Mart
1921’de Rusya ve İngiltere ticaret antlaşması imzalıyor, aynı gün, yani 16
Mart’ta da Türkiye ve Rusya arasında dostluk antlaşması imzalanıyor. Bu antlaşmalarla;
Rusya, İngiltere ve Türkiye iç içe geçiyor, garip bir müttefiklik şekli
alıyorlardı. 16 Mart’tan kısa bir süre sonra İngiltere, Türk-Yunan savaşında
tarafsız olduğunu ilan etti. Halbuki daha bir yıl önce İngiltere, Anadolu’da
yaşanılan savaşın İngiltere – Rusya savaşı olduğunu söylemişti. 1921’nin Nisan
ayına tekrar dönecek olursak, Rusya’dan Anadolu Hareketi adına müthiş
yardımların gelmesine öncü olan Enver Paşa’nın amcası Halil (Kut) Paşa
Türkiye’ye sokulmadı. Ankara’nın tavrına direniş gösteren, Kûtül Amâre
Zaferi’nin komutanı Halil (Kut) Paşa, hem hastalığından, hem de
ailesine duyduğu özlemden dolayı kendi ısrarıyla kısa bir süre Trabzon’da
kalır. Tacizlere dayanamaz, ailesiyle birlikte Anadolu’yu terk ederek tekrar
Rusya’ya geçer.
Her şey bittikten sonra, bu seferde Rusya beraber savaştıkları
Müslümanları saf dışı etmeye başlar. 1924 yılına gelindiğinde, Moskova’da üst
düzey yönetici olarak tek bir Müslüman kalmaz. Devrimin başlangıcında ve
ardından gelen iç savaş sürecinde Müslüman kurmaylar Bolşeviklerle birlikteydi.
O günler geride kalmıştır. Kızılordu adı altında Ruslardan meydana gelen
askeri birlikler oluşturulurken, Müslümanlar da boş durmamış; Müslüman
Kızılordu adıyla askeri birlikler kurmuşlardı. Elbette bütün bunların hepsi
köprüyü geçene kadardı. Köprübaşı el değiştirir. Az evvel zikrettiğimiz gibi,
1924 yılında bir tek Müslüman dahi Sovyet Rusya’nın merkezi yönetiminde yoktur.
Vaziyet böyle olunca Sovyet Rusya’da Müslümanlar muhalefete geçer. Türkiye’de de Sovyet Rusya’da
yaşanılan gelişmelerin benzeri yaşanır.
O dönem Türkiye’de muhalefet partisi
kurulur. Bu, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’dır. Ülkenin yönetimi Cumhuriyet
Halk Fırkası’ndadır. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın en önemli ilkesi
ve özelliği dini inançlara duyduğu saygıydı. Dini duygulara sahip çıkılmasından
dolayı fırka, yeni yönetim tarafından hoş karşılanmaz. Bu fırkanın kurulma
düşüncesi 1924’ün ortalarında ortaya çıkar. Bütün bunlar yaşanırken Başbakan
İsmet İnönü’dür ve Meclis’ten sıkıyönetim uygulama kararının çıkmasını
istemektedir. İnönü’ye göre, ortalık “dinci” ve “gerici” kaynıyor
ve sıkıyönetim şarttır. Aynı dönem, Rusya’da da dine bakışın farklı olmadığını
görüyoruz. Hatta, Bolşevik lideri Lenin’in eşi kütüphanelerden bütün
dini kitapların kaldırılması talimatını verir.
Ve Takrir-i Sükun dönemi
4 Mart’ta Meclis’ten Takrir-i Sükun
Kanunu geçer. Bu, Huzurun Sağlanması Kanunu’dur. İnönü’nün çok
istediği sıkıyönetim uygulama kararı artık elindedir. Hükümet artık istediğini
kimseye hesap vermeden yapacaktır. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası
kapatılır. Takrir-i Sükun Kanunu’nun uygulandığı yıllar Cumhuriyet’in dönüm
noktasıdır. İlk uygulama süresi iki yıldır. 1927’de süre iki yıl daha uzatılır.
Takrir-i Sükûn Kanunu ile meşhur İstiklal Mahkemeleri kurulur. Türkiye
keyfi uygulamalara şahitlik eder. Mahkeme üyeleri, ellerindeki yetkilerle
Mahkemelerde alelacele kararlar verilir, bazı idamlar da gerçekleşir. Hatta
şapka kanuna muhalefetten Erzurum’da, Şalcı Şöhret Bacı isimli bir kadın
bile idam edilir. Kadın olduğu için de başına çuval geçirirler. İstiklal
Mahkemeleri’nden çıkan kararlarla yüzlerce kişi idam edilir.
Muhalif basın kapatılır
Yeni cumhuriyet bu kararları uygularken, muhalif medya da
susturulduğu için idam kararlarıyla ilgili hiç bir eleştiri ve yazısı
göremeyiz. Kapatılan yayınların arasında Sebîlürreşad da vardır. İslami
ve sol yayınların hepsi susturulur. Bunlardan bazıları; Tevhidi Efkar,
Tanin, Vatan, Bursa’da Son Yoldaş, Halkın Sesi, İkdam, Toksöz, Son Telgraf,
İstiklal, Aydınlık, Orak Çekiç, Resimli Ay.
Dönemin birçok gazetecisi ve yazarı gibi
Sebîlürreşad’dan Eşref Edib Bey’de Mart ayında tutuklanır. Aylarca İstiklal
Mahkemeleri’nde yargılanır. Sebîlürreşad’ı yayınlamamak şartıyla aynı yılın
Eylül ayında serbest bırakılır.
Mehmet Âkif Mısır’a gider
Ülkede olan biten bu ideolojik uygulamalar,
en çok İstiklal Marşı’mızın yazarı, Sebîlürreşad’ın başmuharriri Mehmet Âkif
Ersoy’un da 1925’in sonlarına doğru Mısır’a gitmesine neden
olmuştur. Türkiye’de dengeler değişir. Osmanlı’nın dağılmasının ardından ülke
ikinci bir şoka daha girmiştir. 4 yıl boyunca, 1925’ten 1929’a kadar
Türkiye’de tek seslilik hâkim olur. Soru sormak, sesli düşünmek yasaktır
yine bu yıllarda. Okuyacak kitaplar, gazeteler ve dergiler yoktur. Hâkimiyet-i
Milliye yayına devam eder. Gazetede tiraj patlaması da olmaz. Türkiye’nin 4
yılı çalınır. Düşünceler alt üst olur. Türkiye Cumhuriyeti’nin en karanlık
dönemi Takrir-i Sükûn Kanunu’nun uygulandığı yıllardır. Toplum sindirilir.
Devlete karşı kimse sorgulama yapamaz. Kanun’un uygulamasının bitiminden üç yıl
sonra, yani 1932’de Türkçe ibadet projesi kapsamında ezan Türkçe okunur. Sindirilmiş
toplum buna da ses çıkaramaz. Toplum uyuşmuştur. Din kelimesini ağzına
alanların ne hale geldiğini görmüşlerdir. Sadece İslam düşüncesi değil,
sosyalist düşünce de yasaklıdır bu yıllar. Moskova’nın verdiği talimat şu idi;
Bolşevizm sadece Rusya’dadır. Hem İngiltere’ye söz vermişti Bolşevikler;
Müslüman ülkelerde sosyalizm olmayacak, hiçbir üçüncü dünya ülkesinde İngiltere
karşıtı gösterilere destek vermeyeceklerdir. Ankara’nın o dönemki siyasetini
ustaca ve zekice bulan şahsiyetler de vardır. Takrir-i Sükûn Kanunu’nun
uygulandığı yıllarda, Türkiye’de en büyük gelişmelerden biri harf inkılabıdır.
1922’nin son günlerinde Sovyet Sosyalistler Cumhuriyetler Birliği (SSCB)
adını alan Rusya’da da aynı dönemde yaşanan en önemli gelişme de harf
inkılabıdır. Yine o dönem, Rusya’da Müslümanlar “milliyetçi sapma ve İslamcılık”la
suçlanırken, bunun benzeri Türkiye’de de yaşanır. Takrir-i Sükun Kanunu sadece “gazetelerin
ve dergilerin kapatılması” değildir. Kanun uygulamaya konulduğunda, Sovyet
Rusya’da da “Büyük Tasfiye” dönemi başlar. Her iki ülkede de geçmiş ile
bağ koparılır. Rusya’da yeni bir “Sovyet Vatandaşı” imal edilirken,
Türkiye’de yeni bir “Türk Vatandaşı” imalatına girişilir. Yine her
iki ülkede tarih yeniden yazılırken, İslam yeniden yorumlanır. Takrir-i
Sükûn deyip geçmemek lazım, esasında tarihin yeniden yazılma süreci idi. Bir
olayla ilgili olarak, yaptığımız kısa bir tarih gezintisi bizim bugünümüzü ve
yarınımızı aydınlatması açısından önemlidir. Bizim tarihe hizmetimizin, tarihin
yaşama hizmet ettiği ölçüde olduğu yönünde yapılan açıklamayla tarihe bambaşka
bir anlam kazandırılmıştır. Tarih bilmenin, muhakeme gücünü artırmasına,
olaylar arasında bağlantı kurabilme yetisini kazandırmasına, böylelikle
olayların ve buna bağlı olarak gelişmelerin daha kolay tahlil edilerek daha
sahih sonuçlara ulaşılmasına yardımcı olacağı açıktır.[4]
Tarihin, ütopik bir dünya; bir masal, bir mitoloji dünyası olmanın ötesinde,
görmek isteyenin görebileceği reel bir dünya olarak görülmesi durumunda
anlatmaya çalıştığımız bu tarihi vakanın bir anlamı olacağı şüphesizdir.
Mehmet Poyraz - mehmetpoyraz01@gmail.com
Sebîlürreşad Dergisi, Sayı: 1027, Nisan 2018, S:20-21
[2]-Dinç, Mehmet Emin.
Kûtü’l Amâre’nin Muzaffer Komutanı - Halil Kut Paşa, Kronik Yayınları,
İstanbul, 1.Baskı, Aralık 2017, S:144
[3]-Apak, Rahmi.
Yetmişlik Bir Subayın Hatıraları, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1988,
S:212
[4]-Duran, Nizameddin.
Nietzche’de Toplumsal Tahayyül – Din, Tanrı, Üst İnsan,
Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara Üniversitesi Sos.Bil.Ens. İlahiyat
Fak. 2017, S:16-17