31 Temmuz 2018 Salı

Milli Mücadele döneminde Sultan Galiyev


Galiyev, Mustafa Kemal ve Enver Paşa ilişkisini sorgularken, Mehmet Âkif Ersoy’un “Bolşevik çağrısı” olarak yıllardır dillendirilen Nasrullah Paşa Camii’sindeki vaazında bulduk kendimizi…


Rus İmparatorluğu’nun çöküşü 1917’nin ilk günlerine rastlar. İmparatorluğu yöneten Çar II.Nikola aynı yılın Mart ayında tahttan indirilir. Bu süreç Şubat Devrimi olarak bilinir. Yine 1917 yılının sonlarına doğru, Sovyetler Birliği’nin kurucularından Lenin’in “Tarihin hızlandırılmış hâli” olarak tarif ettiği Ekim Devrimi sürecine girilir. 6,7 ve 8 Kasım 1917 tarihlerinde Rusya’da ihtilal gerçekleşir. Lenin ülkedeki bütün halklara “kendi kaderlerini belirleme hakkı” çağrısında bulunur. Çoğu Müslüman olan bu halklar Lenin’in çağrısına inanır ve yeni rejim Bolşevizm etrafında toplanmaya başlar.
1918’in Ocak ve Şubat aylarında Müslümanların iki lideri, ülkenin geleceği hakkında söz sahibi olur. Bu isimler Molla Nur Vahidov ve Sultan Galiyev. İç savaş esnasında Vahidov Çarlık yanlısı güçler tarafından idam edilir. Geriye Galiyev kalır.
Bölge Müslümanlarının kaderi Sultan Galiyev’in ellerindedir. Marksisttir. Dolayısıyla da komünisttir de. İslâm’ı Marksistleştirmez, aksine Marksizmi İslamlaştırır. Milli ve yerli düşünceye sahiptir. Bunu da İslam’ın Marksist haliyle açıklar. İlk başta bunu kimse anlamaz, anlamakta istemez… Kendilerine vaat edilen bağımsız İslâm ülkesini Moskova’dan isteyen Sultan Galiyev, Stalin’in emriyle kurşuna dizilerek idam edilir. Suçu; “Pantürksist ve Panislamist” fikirlere sahip olmasıdır. 1950’li yıllarda Batı tarafından keşfedilir Sultan Galiyev. Yaşamı ve fikirleri gündeme getirilir. Garip biçimde ilk başta Türkiye’de pek kimse sahip çıkmaz. Sonra kimileri Türkiye’de milliyetçi yapar Galiyev’i, kimileri de komünist. Stalin taraftarı solcular onu Sovyetlere göre vatan haini gördüklerinden kabullenmez. 60’lı yıllarda Galiyev’e milliyetçi diyen Aclan Sayılgan, vefatına yakın zamanda yanlış anlattığını itiraf eder. Galiyev hakkında kitaplar ve makaleler yazılır. Konuları ve içeriklerin çoğu birbirine yakındır. Sultan Galiyev hakkında Sebîlürreşad’da çıkan yazılardan kimse bahsetmez. Türkiye’de öyle bir anlatılır ki; Sultan Galiyev, Mustafa Kemal Atatürk ve Enver Paşa’nın fikirleri arasında bağ kurulmaya çalışılır. Sultan Galiyev, tam da unutulmaya başlandığı bir dönemde, Sebîlürreşad Ocak 2017 sayısında kapağa taşınır. Tekrar gündemdedir artık. Hakkındaki kitaplardan ikisi yeniden baskı yapar. Dönemle ilgili yazılı çalışmalar artar.
Sebîlürreşad Genel Yayın Yönetmeni Fatih Bayhan ile beraber Sultan Galiyev’in yaşamını ve davasını anlatan kitap çalışması hazırladık. Kitap bir buçuk yıla yakın bir zamanda tamamlandı. Şu an son kontrolleri yapılmakta ve az bir zaman sonra okurla buluşacak.
Az önce bahsettiğim gibi, Sultan Galiyev, Mustafa Kemal Atatürk ve Enver Paşa’nın fikirleri arasında benzetmeler yapılmaya çalışılmıştır. Bu benzetmelerde ise geçerli bir bilgi ve belge yoksun kalmıştır. Varsayımlarla hareket edilmiştir. Kitapta bu üçlünün ilişkilerini ve fikir dünyalarını belgelerle anlattık. Galiyev, Atatürk ve Enver Paşa ilişkisini sorgularken, Mehmet Âkif Ersoy’un “Bolşevik çağrısı” olarak yıllardır dillendirilen Nasrullah Paşa Camii’sindeki vaazında bulduk kendimizi. Milli Mücadele dönemini ve Mehmet Âkif’i de, Sultan Galiyev kitap çalışmamızda farklı bir bakışla anlattık. Kitap çalışmasından alıntılarla yazımızı sonlandıralım;
“Dininin gerekliliğini bütünüyle yerine getiren baba, oğlu Galiyev’i de ihmal etmez. İslamiyeti iyi bir şekilde tanıması için elinden geleni yapar, muazzam şekilde din eğitimi almasını sağlar. Çok uzun yıllar sonra Galiyev, çocukluğunda aldığı dini eğitimden bahsedecektir.”
***
“Daha dün namaz sonrasında Çar Nikolay’a uzun ömürler dileyerek dua eden mollalar, daha dün Nikolay’a sadakat telgrafı gönderen zenginler, daha dün Almanya ve Türkiye ile zafere kadar savaşmak lazım diye yazan muharrirler, işçilerle askerlerin yaptığı devrimin meyvelerini yemek için Bolşoy Tiyatro sahnesine çıkarak masa etrafına dizilip oturmuşlardı. Bu toplantıda Mollanur arkadaş böyle aldatmacalara karşı çıktı ve devrime hizmet edecek gerçek bir devrimci Müslüman örgütün kurulması gerektiğini bütün gücüyle dile getirdi.”
***
“Türkiye’ye karşı yapılan hareket, Türk-İngiliz veya Türk-Yunan hareketi değildir. Bu doğrudan doğruya İngiltere ile Rusya arasında bir mücadeleden ibarettir.”
***
“Moskova ile işbirliği yapılabileceğini, gerektiğinde onlardan yardımda isteneceğini belirten Mustafa Kemal, Bolşevik görüşün Rusya Müslümanları üzerindeki etkisini de incelemiştir; Bolşevikliğin şimdiye kadar ki gelişmesini, Kazan, Orenburg ve Kırım Müslümanlarındaki tatbikini tetkik ederek, bu doktrinin din ve an’anelere dokunmaması sebebiyle, memlekete zararı olmadığı neticesine vardık.”

Sebîlürreşad, Mayıs 2018, Sayı: 1028, S:16

10 Nisan 2018 Salı

Moskova ve Ankara’da aynı günlerde ne yaşandı?




Türkiye ve Bolşevik Rusya Ekseninde
Moskova ve Ankara’da aynı günlerde ne yaşandı?

 Ankara’da ikinci Meclis’in oluşum günleri aslında bir politika değişikliğinin deişaretidir. Siyasi tasfiyeler bu döneme rastlar. Aynı günler, Sovyet Rusya’da da İslamcıların “Büyük Tasfiye” yaşadığı günlerdir...



Tarih, Milli Mücadele ve 1920’nin ilk günleri. Mustafa Kemal Paşa Ankara’ya gelerek, Anadolu’daki düşman işgaline karşı yurt genelinde örgütlenme başlatır. Örgütlenme işine ilk önce gazete çıkarmakla başlayan Mustafa Kemal, bu işi büyük bir şevkle yapar. Zaten Harbiye yıllarından itibaren ilgiliydi. Hatta, İstanbul’un işgal edildiği ilk günlerde gazete dahi çıkarır. O’nun bu arzusu Milli Mücadele döneminde  hem Sivas’ta hemde Ankara’da yeniden gerçekleşir. Bizzat Mustafa Kemal’in girişimiyle, İrade-i Milliye’den  sonra Milli Mücadele’nin ikinci gazetesi, 10 Ocak 1920’de yayın hayatına başlar. İlk günler haftada iki veya üç gün çıkıyordu, adı da; Hâkimiyet-i Milliye idi.[1] Sadece kâğıt, boya ve teknik ekipmanda bazı eksiklikler vardı. Bütün bunların çoğu İstanbul üzerinden temin edildiğinden sıkıntılar meydana geliyordu. Hepsini bir şekilde aşıyorlardı. Milli Mücadele’ye destek veren yalnız Hakimiyet-i Milliye değildi. Anadolu’nun dört bir yanından gazeteler Milli Mücadele’ye önemli ölçüde katkılar sundu. Mustafa Kemal Paşa gazeteleri seviyor ve destekliyordu. O’na göre Anadolu insanı, birbirinden günbegün haberdar olmalıydı ve bu ancak basın yoluyla mümkün olabilirdi. Ancak zaferden sonra uygulanan siyasete bazı eleştirel basın yayın üzerinden olunca yeni kurulan devlet bu eleştirileri kaldıramaz düşüncesiyle “Takrir-i Sükun Kanunu”yla muhalif yayınlara son verildi. Kitaplar da payını alır bu susturulma hareketinden. O dönemi, Sovyet Rusya’daki gelişmelerle birlikte aktarmaya çalıştığımız bu makalede, Takrir-i Sükûn’a farklı açıdan bakılmıştır. Şöyle ki; Milli Mücadele yıllarında, Ankara Hükümeti ve Sovyet Rusya birlikte hareket eder. Her ikisi de emperyalistlerden kurtulduğu vakit iç siyasetlerinde revizyona gider. Türkiye’de revizyon, Takrir-i Sükun Kanunu ile başlar. Şimdi revizyon öncesine gidelim ve kısaca neler yaşanmış bir bakalım; Hakimiyet-i Milliye’nin 1920’den 1922’ye kadar olan süredeki esas özelliğinin Bolşevik fikirlere aşırı derecede yer vermiş olduğu görülür. Bunun nedeni de, Halil (Kut) Paşa ve Enver Paşa üzerinden Ankara Hükümeti’nin Bolşevik Rusya ile temasa geçmesi, işbirliği içerisinde olmasıdır. Bolşevik Rusya’nın rejimi, Sosyalizmdi, Bolşevizm idi. Ankara’nın ve Moskova’nın ortak düşmanı da İngilizlerdi. Hatırı sayılır bir yardım gelmişti Moskova’dan…[2] Bunlar; silah, cephane, top, yüklüce altın, otomobil, telsiz - telgraf istasyonu ve enformasyon yardımıdır. Bu yardımlar sonrası Anadolu’da bir Bolşevik sevdası başladı. Öyle ki, Sosyalizmi ve Bolşevizm’i çağrıştıran “yoldaş” kelimesi, hem Mustafa Kemal, hem de resmi pek çok makam tarafından yazışmalarda, rahatlıkla kullanılmaya başlamıştı. Hatta Moskova’dan yardım alabilmek ve bu yardımı sürekli hale getirmek adına, Ankara Hükümeti haliyle, daha bir Bolşevik yakınlaşmaya gitti. Moskova’da bulunan ve burada Bolşeviklerle yaptığı görüşmeleri Ankara’ya aktaran Enver Paşa’ya, Mustafa Kemal Paşa tarafından yazılan mektupta uyarı da yapılır; ondan İslamcı görünmemesini ister. Bu uyarıdan, Mustafa Kemal’in o dönem dine karşı bir tavır aldığını düşünmek yanlış olur. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin dualarla açıldığını, Mustafa Kemal Paşa’nın 7 Şubat 1923 tarihinde; Balıkesir Zağanos Paşa Camii’sinde gerçekleştirdiği hutbesinde mealen “Anayasamız Kur’an’ın emirlerindendir” dediğini de hatırlayalım. Hakimiyet-i Milliye, birkaç ay içinde Anadolu’daki direnişin resmi yayın organı olur. Gazetenin propagandası iyi gider. Bolşevizm üzerinden İngiltere’ye ve Batı’ya yüklenilirken, halk da bir araya getirilir. Her şey öyle hızlı gelişiyordu ki, o dönem çoğu çevrede şu da sorulmaktaydı; “Bolşevik mi oluyoruz?” Aslında kimsenin Bolşevik olduğu yoktu. Koşullara uyum sağlıyorduk. Komik ama gerçektir; sosyalizmin fikir babası Marks’ın Kur’an-ı Kerim’den ilham alarak bu düşünceyi yazdığı, daha da ileri gidilerek Kur’an-ı Kerim’in Türkçeye çevrilmiş halinin Bolşevik düşünceler olduğu yönünde söylentiler bile ortaya çıktı. O dönem, Anadolu’da Milli Mücadele çevresinde Bolşevik karşıtı söylemlerde bulunmak, Bolşevizm’i eleştirmek büyük cesaret ister hale geldi ve Bolşevik karşıtlığı, düşmanla, İngilizlerle işbirliği yapmak gibi değerlendirilmeye başlandı. Anadolu’da Yeşil Ordu olarak adlandırılan Bolşevik düşüncede bir askeri birlik kurulur. Mustafa Kemal’in, dolayısıyla Milli Mücadele etrafındadır bu Yeşil Ordu ve lideri de Çerkez Ethem’dir. Milli Mücadele’nin önemli isimlerinden Rahmi Apak hatıralarında Yeşil Ordu’dan bahsederken,[3] ne olduğunu bilmeden katıldığı Yeşil Ordu’yu anlatır; “Düşman, bütün Anadolu’yu istila edecek olursa ve bütün vuruşmalarda ölmeyip sağ kalacak olursak Kafkaslara kadar çekile çekile çarpışacaktık. Türk Müslüman efsanesindeki Kızıl Elma belki de bu idi. Oralara kadar çekildikten sonra ise Yeşil Ordu ile işbirliği etmek zaruri olacaktı. İtiraf edeyim ki, bu bizim için geride bir  destek ve kuvvet idi.”

Ankara ve Moskova’da
İslamcılar aynı dönemde
tasfiye ediliyor...
Ankara Hükümeti’nin müttefiki Sovyet Rusya’da da halk dayanışma içerisindedir. Rusya’da Müslümanlar inançlarıyla birlikte Bolşeviklerin yanındadır. Her iki bölgede; Anadolu’da ve Rusya’da, bütün milletlerin dayanışması emperyalist işgalcilerin defedilmesiyle son bulur. Rusya’da emperyalistler fiilen olmasa da yerel halk üzerinden bölgede kendini hissettirmiş uzun süren kanlı bir iç savaşa neden olmuşlardı. Bolşevikler, Lenin’in tezlerinden; “Milletlerin kendi kaderlerini kendileri belirleme hakkı”ndan doğan Rusya Müslümanlarına söz verdikleri İslam Devleti’nin kurulmasından yana değildir artık. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu, işgalci devletlerin kovulması bu topraklardaki Ümmet birliği sayesinde gerçekleşir. Her iki ülke de, cumhuriyetlerini kesinleştirdikten sonra garip bir hale bürünür. 1920’nin başından beri neredeyse aynı adımları beraber atan Türkiye ve Sovyet Rusya, rejimlerini resmileştirdikten sonra yine birlikte yürümeye devam eder. Rusya’da alınan herhangi bir kararın örneğini, aynı dönemde Türkiye’de de görmek pek ala mümkündü. Aynı anda ilk aldıkları resmi kararı belirtecek olursak; 16 Mart 1921’de Rusya ve İngiltere ticaret antlaşması imzalıyor, aynı gün, yani 16 Mart’ta da Türkiye ve Rusya arasında dostluk antlaşması imzalanıyor. Bu antlaşmalarla; Rusya, İngiltere ve Türkiye iç içe geçiyor, garip bir müttefiklik şekli alıyorlardı. 16 Mart’tan kısa bir süre sonra İngiltere, Türk-Yunan savaşında tarafsız olduğunu ilan etti. Halbuki daha bir yıl önce İngiltere, Anadolu’da yaşanılan savaşın İngiltere – Rusya savaşı olduğunu söylemişti. 1921’nin Nisan ayına tekrar dönecek olursak, Rusya’dan Anadolu Hareketi adına müthiş yardımların gelmesine öncü olan Enver Paşa’nın amcası Halil (Kut) Paşa Türkiye’ye sokulmadı. Ankara’nın tavrına direniş gösteren, Kûtül Amâre Zaferi’nin komutanı Halil (Kut) Paşa, hem hastalığından, hem de ailesine duyduğu özlemden dolayı kendi ısrarıyla kısa bir süre Trabzon’da kalır. Tacizlere dayanamaz, ailesiyle birlikte Anadolu’yu terk ederek tekrar Rusya’ya geçer.
Her şey bittikten sonra,  bu seferde Rusya beraber savaştıkları Müslümanları saf dışı etmeye başlar. 1924 yılına gelindiğinde, Moskova’da üst düzey yönetici olarak tek bir Müslüman kalmaz. Devrimin başlangıcında ve ardından gelen iç savaş sürecinde Müslüman kurmaylar Bolşeviklerle birlikteydi. O günler geride kalmıştır. Kızılordu adı altında Ruslardan meydana gelen askeri birlikler oluşturulurken, Müslümanlar da boş durmamış; Müslüman Kızılordu adıyla askeri birlikler kurmuşlardı. Elbette bütün bunların hepsi köprüyü geçene kadardı. Köprübaşı el değiştirir. Az evvel zikrettiğimiz gibi, 1924 yılında bir tek Müslüman dahi Sovyet Rusya’nın merkezi yönetiminde yoktur. Vaziyet böyle olunca Sovyet Rusya’da Müslümanlar muhalefete geçer.  Türkiye’de de Sovyet Rusya’da yaşanılan gelişmelerin benzeri yaşanır.
O dönem Türkiye’de muhalefet partisi kurulur. Bu, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’dır. Ülkenin yönetimi Cumhuriyet Halk Fırkası’ndadır. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın en önemli ilkesi ve özelliği dini inançlara duyduğu saygıydı. Dini duygulara sahip çıkılmasından dolayı fırka, yeni yönetim tarafından hoş karşılanmaz. Bu fırkanın kurulma düşüncesi 1924’ün ortalarında ortaya çıkar. Bütün bunlar yaşanırken Başbakan İsmet İnönü’dür ve Meclis’ten sıkıyönetim uygulama kararının çıkmasını istemektedir. İnönü’ye göre, ortalık “dinci” ve “gerici” kaynıyor ve sıkıyönetim şarttır. Aynı dönem, Rusya’da da dine bakışın farklı olmadığını görüyoruz. Hatta, Bolşevik lideri Lenin’in eşi kütüphanelerden bütün dini kitapların kaldırılması talimatını verir.

Ve Takrir-i Sükun dönemi
4 Mart’ta Meclis’ten Takrir-i Sükun Kanunu geçer. Bu, Huzurun Sağlanması Kanunu’dur. İnönü’nün çok istediği sıkıyönetim uygulama kararı artık elindedir. Hükümet artık istediğini kimseye hesap vermeden yapacaktır. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kapatılır. Takrir-i Sükun Kanunu’nun uygulandığı yıllar Cumhuriyet’in dönüm noktasıdır. İlk uygulama süresi iki yıldır. 1927’de süre iki yıl daha uzatılır. Takrir-i Sükûn Kanunu ile meşhur İstiklal Mahkemeleri kurulur. Türkiye keyfi uygulamalara şahitlik eder. Mahkeme üyeleri, ellerindeki yetkilerle Mahkemelerde alelacele kararlar verilir, bazı idamlar da gerçekleşir. Hatta şapka kanuna muhalefetten Erzurum’da, Şalcı Şöhret Bacı isimli bir kadın bile idam edilir. Kadın olduğu için de başına çuval geçirirler. İstiklal Mahkemeleri’nden çıkan kararlarla yüzlerce kişi idam edilir.

Muhalif basın kapatılır
Yeni cumhuriyet  bu kararları uygularken, muhalif medya da susturulduğu için idam kararlarıyla ilgili hiç bir eleştiri ve yazısı göremeyiz. Kapatılan yayınların arasında Sebîlürreşad da vardır. İslami ve sol yayınların hepsi susturulur. Bunlardan bazıları; Tevhidi Efkar, Tanin, Vatan, Bursa’da Son Yoldaş, Halkın Sesi, İkdam, Toksöz, Son Telgraf, İstiklal, Aydınlık, Orak Çekiç, Resimli Ay.
Dönemin birçok gazetecisi ve yazarı gibi Sebîlürreşad’dan Eşref Edib Bey’de Mart ayında tutuklanır. Aylarca İstiklal Mahkemeleri’nde yargılanır. Sebîlürreşad’ı yayınlamamak şartıyla aynı yılın Eylül ayında serbest bırakılır.

Mehmet Âkif Mısır’a gider
Ülkede olan biten bu ideolojik uygulamalar, en çok İstiklal Marşı’mızın yazarı, Sebîlürreşad’ın başmuharriri Mehmet Âkif Ersoy’un da 1925’in sonlarına doğru Mısır’a gitmesine neden olmuştur. Türkiye’de dengeler değişir. Osmanlı’nın dağılmasının ardından ülke ikinci bir şoka daha girmiştir. 4 yıl boyunca, 1925’ten 1929’a kadar Türkiye’de tek seslilik hâkim olur. Soru sormak, sesli düşünmek yasaktır yine bu yıllarda. Okuyacak kitaplar, gazeteler ve dergiler yoktur. Hâkimiyet-i Milliye yayına devam eder. Gazetede tiraj patlaması da olmaz. Türkiye’nin 4 yılı çalınır. Düşünceler alt üst olur. Türkiye Cumhuriyeti’nin en karanlık dönemi Takrir-i Sükûn Kanunu’nun uygulandığı yıllardır. Toplum sindirilir. Devlete karşı kimse sorgulama yapamaz. Kanun’un uygulamasının bitiminden üç yıl sonra, yani 1932’de Türkçe ibadet projesi kapsamında ezan Türkçe okunur. Sindirilmiş toplum buna da ses çıkaramaz. Toplum uyuşmuştur. Din kelimesini ağzına alanların ne hale geldiğini görmüşlerdir. Sadece İslam düşüncesi değil, sosyalist düşünce de yasaklıdır bu yıllar. Moskova’nın verdiği talimat şu idi; Bolşevizm sadece Rusya’dadır. Hem İngiltere’ye söz vermişti Bolşevikler; Müslüman ülkelerde sosyalizm olmayacak, hiçbir üçüncü dünya ülkesinde İngiltere karşıtı gösterilere destek vermeyeceklerdir. Ankara’nın o dönemki siyasetini ustaca ve zekice bulan şahsiyetler de vardır. Takrir-i Sükûn Kanunu’nun uygulandığı yıllarda, Türkiye’de en büyük gelişmelerden biri harf inkılabıdır. 1922’nin son günlerinde Sovyet Sosyalistler Cumhuriyetler Birliği (SSCB) adını alan Rusya’da da aynı dönemde yaşanan en önemli gelişme de harf inkılabıdır. Yine o dönem, Rusya’da Müslümanlar “milliyetçi sapma ve İslamcılık”la suçlanırken, bunun benzeri Türkiye’de de yaşanır. Takrir-i Sükun Kanunu sadece “gazetelerin ve dergilerin kapatılması” değildir. Kanun uygulamaya konulduğunda, Sovyet Rusya’da da “Büyük Tasfiye” dönemi başlar. Her iki ülkede de geçmiş ile bağ koparılır. Rusya’da yeni bir “Sovyet Vatandaşı” imal edilirken, Türkiye’de yeni bir “Türk Vatandaşı” imalatına girişilir. Yine her iki ülkede tarih yeniden yazılırken, İslam yeniden yorumlanır. Takrir-i Sükûn deyip geçmemek lazım, esasında tarihin yeniden yazılma süreci idi. Bir olayla ilgili olarak, yaptığımız kısa bir tarih gezintisi bizim bugünümüzü ve yarınımızı aydınlatması açısından önemlidir. Bizim tarihe hizmetimizin, tarihin yaşama hizmet ettiği ölçüde olduğu yönünde yapılan açıklamayla tarihe bambaşka bir anlam kazandırılmıştır. Tarih bilmenin, muhakeme gücünü artırmasına, olaylar arasında bağlantı kurabilme yetisini kazandırmasına, böylelikle olayların ve buna bağlı olarak gelişmelerin daha kolay tahlil edilerek daha sahih sonuçlara ulaşılmasına yardımcı olacağı açıktır.[4] Tarihin, ütopik bir dünya; bir masal, bir mitoloji dünyası olmanın ötesinde, görmek isteyenin görebileceği reel bir dünya olarak görülmesi durumunda anlatmaya çalıştığımız bu tarihi vakanın bir anlamı olacağı şüphesizdir.

Mehmet Poyraz - mehmetpoyraz01@gmail.com


Sebîlürreşad Dergisi, Sayı: 1027, Nisan 2018, S:20-21




[1]-Karabekir, Kazım. İstiklal Harbimiz, Türkiye Yayınevi, 1960, S:440
[2]-Dinç, Mehmet Emin. Kûtü’l Amâre’nin Muzaffer Komutanı - Halil Kut Paşa, Kronik Yayınları, İstanbul,   1.Baskı, Aralık 2017, S:144
[3]-Apak, Rahmi. Yetmişlik Bir Subayın Hatıraları, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1988, S:212

[4]-Duran, Nizameddin. Nietzche’de Toplumsal Tahayyül – Din, Tanrı, Üst İnsan, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara Üniversitesi Sos.Bil.Ens. İlahiyat Fak. 2017, S:16-17


Edebiyatta istiklâl


Milli Mücadele’nin başlıca isimleri arasında haklı olarak yerini alan Milli Şairimiz Mehmet Âkif Ersoy, gerçek manada gazetecilik yaptığı Sebîlürreşad’da kaleme aldığı şiirlerle de ümmet tarafından kendisine İslâm şairi unvanı da verilmişti. Mehmet Âkif’in Milli Mücadele’ye destek amaçlı bizzat Mustafa Kemal tarafından Ankara’ya davet edilmesinin ardından ivedilikle yola çıkmış, Anadolu’daki kurtuluş hareketinin ve dönemin Büyük Millet Meclisi’nin resmi yayın organı Hakimiyet-i Milliye tarafından da “Büyük İslâm Şairi” başlığı ile şehirde olduğu ahaliye duyurulmuştu. Âkif’in, İslâm şairi unvanını almasında mükemmel bir edebiyatçı oluşunun payı büyüktür.
Ümmeti ve vatanı için taşıdığı kaygılarla kendisini kusursuz şekilde yetiştirirken, doğal olarak ta karşımıza Doğucu bir Âkif’te çıkmakta. Yazılarında, vaazlarında, dost meclislerinde ve şiirlerinde Batı’nın ürettiği olumsuzlukları değerlendirirken kullandığı edebiyat dili önemlidir. Bize miras kalan yalnızca İslâmcılığı, vatanseverliği, yaşam tarzı ve Doğuculuğu değildir. Edebi eserleri ve edebi şahsiyetidir.
Oryantalistlerden kurtulmak adına çaba gösterdiğimiz bugünlerde, gizli bir şekilde, içten içe, hiçte huylandırmadan ve giderek artan bir tehlike ile karşı karşıyayız. Adı tam olarak konulmamış bu tehlikenin virüsleri öyle bir şekilde yayılıyor ki; uyguladığı taktik davranış psikolojisinden ibaret.
Tehlikeli virüsün ne olduğuna gelince, bunlar; Batı destekli yetiştirilen edebiyatçılardır. Çoğunluğu Türkiye’yi terk etmiş olan bu edebiyatçılar, gelecekte sorunlar teşkil edeceği aşikardır. Sadece yurtdışındakiler değil, içimizde yaşayanlarda aynı oranda tehlikelidir.
Başta insan hakları olmak üzere, ardından yazarlığından ve edebiyatçılığından dem vurularak, “edebiyat ayrı, siyaset ayrı” kurgusundan da yola çıkılarak, Batı’nın güdümündeki bu insanlar şaşılacak şekilde masum gösterilmektedir. Tuhaf şekilde, bu tarz yaklaşım şekli Doğu ülkelerinde daha çok görülmeye, gösterilmeye çalışılmaktadır.
Siz hiç, vatansever bir Doğucunun Batı’da el üstünde tutulduğunu işittiniz mi?
Türkiye’de ve İslâm ülkelerinde, “İstiklâl” adına edebiyatçılara da çok önemli görevler düşüyor. Yukarıda izah etmeye çalıştığımız Batı’nın oyunlarına gelmeyecek edebiyatçıların da olduğunu düşünmek bile bizi rahatlatmaya yetiyor.

MEHMET POYRAZ - SEBÎLÜRREŞAD DERGİSİ MART 2018  SAYI: 1026 S:41

17 Şubat 2018 Cumartesi

II.Abdulhamid ve İttihat -Terakki’nin 1908 ihtilali


Vefatının 100.yıldönümünde rahmetle yâd ettiğimiz II.Abdulhamid, halkını ve ümmetini düşünmemiş olsaydı, çok kanlı biçimde İttihat ve Terakki’nin meşrutiyet isteklerini geri çevirir, ardından 31 Mart Olayı hiç yaşanmazdı.

Batı’nın Jön Türkler dediği, bir devrin bitişini ateşleyen, İttihat ve Terakki’nin dayatmasıyla, II. Abdulhamid’in baskılara ve çıkan olaylara dayanamayıp 1908 yılında ilan ettiği II. Meşrutiyet esasında bir ihtilaldi. Dünyadaki ilk sosyalist devrimin gerçekleştiği Paris caddelerinde kaytan bıyıklarını bükerek dolaşan, o ara İstanbul’da olmayan, şehrin bayağı sosyal(!) mekanlarında, kafelerinde ayak ayaküstüne atıp, kendilerine göre; yeni modern fikirlerin ve entelektüel yazıların, esasında oryantalist cümlelerin olduğu Fransızca gazete ve dergilerden beslenen Osmanlı’nın bu genç beyleri, 1908’de, ileride imparatorluğu parçalayacak olan bir devrime imza atmışlardır.
Halbuki, devrimler bütünleyici mahiyetler taşır. Bu konuda genel kanı budur. Dünya ölçeğinde ele alırsak, devrimler, yani ihtilaller bütünleyici kaygılardan dolayı ortaya çıkmıştır. İttihat ve Terakki üyesi Osmanlı›nın gençleri, Paris caddelerini aşındıracaklarına, kafelerinde gazete–dergi okuyup aslında; atalarının Avrupa’ya kuşatmadan sonra bıraktığı, ardından yaşadığı dönüşümle Batı kültürünün en başlarında yer alan kahvesinden yudumlayacağına, Fransa’nın kırsalında dolaşıp köylülerle tanışsalardı, kenar mahallelerdeki işçilerle sohbet etmiş olsalardı, Osmanlı’nın kaderiyle oynamamış olurlardı. Yine Osmanlı’nın bu gençlerinin, en azından, 1789’da başlayan ve 10 yıl kadar süren kanlı Fransa devrimini, sonrasında Sovyet Rusya’ya ilham verecek olan, 1871’de Paris’te iki ay iktidarda kalabilen yerel sosyalist hükümetini iyi okumuş olsalardı, muhtemelen düzene karşı gelme düşüncelerinde olumlu yönde bir değişiklik meydana gelebilirdi. 1908’den onlarca yıl önce, Fransa’da komünist tarzda yönetim biçimi ortaya çıkmış, dönemin rejimi bunu çok kanlı da olsa engellemişti. Devrin en güçlü sömürge devletlerinden olan Fransa’dan her türlü beslenen İttihat ve Terakki’nin, Batı’daki şarkiyatçıların, oryantalistlerin ürünü olduğunu iddia edecek olursak, bu konuda yanılma payımız çok düşüktür. 110 yıl önce meydana gelen, Batı’nın güzellemeleriyle; Genç Türkler’in, Genç Osmanlılar’ın büyük başarısı olarak gösterilen II. Meşrutiyet, yinelemek gerekirse, bir devrim, bir ihtilaldi. Bu, Batı’nın eliyle değil, elinin yanmaması adına maşa ile gerçekleşmiştir. İçinde bulunduğumuz Şubat ayı itibariyle, vefatının 100.yıldönümünde II. Abdulhamid’i rahmetle yâd ederken, kendisiyle ilgili geçmişe dönük şu kurguyu da yapalım. II. Abdulhamid isteseydi eğer, aynı Fransızlar gibi, Batı’nın tabiriyle Jön Türkler’in 1908’deki isteklerini bunun yanı sıra İttihat ve Terakki’yi de çok kanlı biçimde yok edebilirdi. Padişah bunu yapsaydı, İngilizler’in eliyle yine İttihat ve Terakki üzerinden gerçekleşen 31 Mart Olayı hiç yaşanmayacaktı belki. II. Abdulhamid, din ve ırk ayrımı yapmadan Osmanlı halkını düşünen bir liderdi. Esasen bizim, dönemin şartlarını da iyi okumamız gerekiyor. Batı her taraftan kuşatmış, Çukurova’da İngilizler, Ermeniler’i kışkırtarak meydanlara sürmüş, Akdeniz’de ABD gemisi dolaşmakta ve Adana Karataş açıklarında müdahale için hazır beklemekte. Daha bir sürü hadise. Osmanlı’nın son günlerini hüzünle seyredip, 10 Şubat 1918’de İstanbul’da vefat eden II. Abdulhamid’den geriye bize en önemli miras olarak, “Batı’yı okuyup anlama ve İttihad-ı İslam” kalmıştır. İttihat ve Terakki’nin, Almanya ve Sovyet Rusya ilişkilerini, Sebîlürreşad Genel Yayın Yönetmeni Fatih Bayhan ile birlikte hazırladığımız, Sultan Galiyev’in hayatını ve İslamcılığını anlatmaya çalıştığımız, önümüzdeki günlerde okuruyla buluşacak olan kitabımızda bulabilirsiniz. Kitapta, Mustafa Kemal Paşa’dan Mehmet Âkif’e, Enver Paşa’dan Abdürreşid İbrahim’e, Halil Paşa’dan Mustafa Suphi’ye, Irak Cephesi’nden Bakü’ye, Kırım’dan Ankara’ya, İstanbul’dan Kazan’a, Sebîlürreşad’dan Hakimiyet-i Milliye gazetesine kadar pek çok ilginç bilgiler de yer almaktadır.

Mehmet Poyraz - mehmetpoyraz01@gmail.com

Sebîlürreşad Dergisi, Sayı: 1025, Şubat 2018, S:42

9 Ocak 2018 Salı

Mehmet Âkif ve Rusya Müslümanları - 2

“İnsan dini okuldan almaz, büyüdükten sonra, düşüncesi güçlendikten sonra din hakkında fikir edinir.” Lehistan Müslümanı, çıldırma noktasına gelir bu cevaptan sonra...


1910 yılının Eylül ayında, Lehistan Müslümanları’ndan zengin bir şahıs, İstanbul’a gelir. Hem oğlunun iyi bir eğitim alması hem de iş yapmak amacıyla şehre gelir ve şehirde okul arayışına girer.
Aradığı okulda ilim ve fen eğitimlerinin kaliteli olmasını isterken bir şartı da vardır: Çocuğunu vereceği okulda dini eğitim almasını da ister. Hem de mükemmel şekilde. Oğlunun iyi bir Müslüman olmasını arzulamaktadır.

Aslında, oğlunu Lehistan veya Rusya’da da gayet güzel bir şekilde okutabilirdi. İlim ve fen alanında kaliteli tahsil yapabilirdi. Yapabilirdi yapmasına ama oğlu iyi bir Müslüman olamazdı. O dönem Ruslaştırma politikasına oğlunun maruz kalmasını istemeyen baba bu bilinç ve gayeyle, İstanbul’a evladını da getirir.
Önce Mekteb-i Sultânî’ye gider baba. Derdini, amacını dili döndüğü kadar anlatmış ve dermanını istemiş. Okul yetkilileri Lehistanlı’ya doğru dürüst cevap verememiş. Okulun bilgileri, mealen burada dercesine, eline Fransızca broşürü tutuşturup yollamışlar. İlgisizliğe içerlenen babada hayal kırıklığı!..

‘Vardır elbette koca şehirde başka okul’ deyip arayışına devam etmiş. Robert Koleji’ne gelmiş. Yanında bir tercüman, hem okulu geziyor hem de görevliden bilgiler alıyor.

Gezerken mabede benzeyen bir mekan görüyor ve soruyor;
-Burası nedir?
-Kilisedir. Şu kürsüye her hafta bir protestan papazı çıkarak öğrencilere vaaz verir.
-Vaazı dinlemek mecburi midir?
-Evet, bütün öğrencilere mecburidir.
-Pekâlâ. Talebe içinde Müslüman yok mudur?
-Seksen kişi var.
-Müslüman çocukları protestan papazın yanında bulunsunlar. Hem de mecburen bulunsunlar. Rusya mektepleri buradan çok iyiymiş. Onlar Müslüman talebeyi papazların verdiği vaazda, din derslerinde hazır bulundurmak şöyle dursun, öğrenci girmek istese de mani olurlar.
Daha sonra adamcağız, kendisiyle ilgilenen kişiye; “Okul idaresinde bir Türk olsa da anlaşsak” der.

Kibar bir Türk beyefendiye götürmüşler Lehistanlı’yı.
Baba, papaz ve vaaz olayını sormuş, sorgulamış. Türk, cevap vermiş. Okulun kaliteli olduğundan bahsedip, papazın vaazından ürkmemesi gerektiğini söylerken şunu da eklemiş; “İnsan dini okuldan almaz, büyüdükten sonra, düşüncesi güçlendikten sonra din hakkında fikir edinir.” Lehistan Müslümanı, çıldırma noktasına gelir bu cevaptan sonra. Ama yılmaz. Okul aramaya devam eder.

Başından geçenleri;  sizlere de kısaca aktarmaya çalıştığım yukarıdaki hikayeyi Yusuf Akçura’ya anlatır. Bir akşam, dost meclisinde Yusuf Akçura, bu babanın hikayesini Mehmet Âkif’e anlatır.

Mehmet Âkif, 29 Eylül 1910 tarihli Sırâtımüstakim dergisinde, Hasbihal köşesinde, “Evvelki akşam muhterem arkadaşım Akçura Yusuf Bey şöyle bir vak’a hikaye etti:” giriş cümlesinden sonra Lehistanlının hikayesine yer verir. Âkif yazısını şöyle bitirir; “Müslüman çocuğuna, Rusya’daki gibi ilim ve fen öğretecek, hem de sağlam bir Müslüman terbiyesi verecek bir okul kimin aklına gelirse lütfen bize bildirsin!”

Âkif’in bu yazısının yer aldığı Sırâtımüstakim’in 108 sayılı nüshası hakkında, aynı günlerde, İstanbul’daki Rus elçiliğinden Rusya’ya bir rapor gönderilir.[1]  Raporda, Rusya Müslümanlarıyla ilintili olduğu bilinen Sırâtımüstakim’de yer alan bazı yazıların, Türkistan bölgesinin yanı sıra, Rusya’daki diğer Müslümanlara yönelik olduğu ifade edilir.

Sadece 108 sayılı nüsha değil, Sırâtımüstakim’in bütün sayıları Rusya adına sakıncalıdır raporda. Rusya hakkındaki bütün olumsuz cümleler raporda yer bulurken, Âkif’in, misal yoluyla olumlu yer verdiği satırlar raporda yer almaz. Sırâtımüstakim’de yer alan, Buhara ve Hive Hanlığı’nın birleşip Rusya’nın vilayeti olacağı yönündeki haber Çarlık Rusya’sını oldukça rahatsız eder.
Bölgeden diğer bir isimle yazımızı sonlandıralım.

Mir Said Sultan Galiyev
Sırâtımüstakim/Sebîlürreşad’a Rusya’dan yazan Müslümanların neredeyse tamamının Sultan Galiyev ile olumlu veya olumsuz bir şekilde ilişkisi vardı. 28 Ocak’ta katledilişinin yıl dönümünde rahmetle andığımız Sultan Galiyev’in hangi yılda öldürüldüğü kesin olarak bilinmemektedir.
Kimi iddialar; 1928,1938,1940 yıllarıdır.
Sultan Galiyev’e, Sebîlürreşad’dan en yakın olarak karşımıza bir isim çıkmakta. Bu Ethem Nejat’tır.
Sultan Galiyev’in yardımcısı Mustafa Suphi’dir. Mustafa Suphi’nin yardımcısı da Ethem Nejat’tır.
Sebîlürreşad’ın bu sayısında “Amerika Müslümanları” başlığıyla yer verdiği Ethem Nejat’ın yazısında kendisinin İslamcı bir çizgide olduğunu görmekteyiz. Bu ve diğer yazılarında tebliğler kaleme alan Ethem Nejat’ın bu yönü fazla bilinmemektedir. Mustafa Suphi, Ethem Nejat ve diğer 13 arkadaşı 28 Ocak 1921 tarihinde Karadeniz’de bir takada hunharca öldürüldü, bedenleri parçalanarak denize atıldı.

Rastlantıya bakın ki; Sultan Galiyev ile ölüm tarihleri aynı. Sadece yılı farklı.
Daha çok milliyetçi, komünist ve turancı sosyalist olarak tanıtılan Sultan Galiyev’in İslamcı olduğu yıllar boyu hep gizlendi.
Halbuki Galiyev ile alakalı belgeler incelendiğinde İslamcı olduğunu gayet net şekilde görmekteyiz.
Hatta hakkında ilk ve en çok yazanlar bile şunu söyledi; “Galiyev İslamcı olduğu halde, garip bir paradoksla Türkiye’de kendisini ya milliyetçi yaptılar, ya da komünist.”

Sultan Galiyev’in yanlış tanıtılmasına şu görüş açıklık getirmektedir;
“Günümüzde onun İslamiyetin maneviyattan arındırılması ve Marksizm ile Müslüman dininin birlikte var olabileceklerine ilişkin karışık ve puslu düşüncelerini bilmezlikten gelmek yeğlenmektedir.[2]

Daha önce de dediğimiz gibi, Galiyev’i ilk kaleme alanlar Ümmetçi olduğunu da yazar;
“Sultan Galiyev hiçbir zaman alenen dinden çıktığını veya müminler cemaatinden çıkmak istediğini söylemiş değildir. Yaşamı boyunca olduğu gibi ölümünden bunca yıl sonra da hâlâ Ümmet’in bütün haklarına sahip olan bir mensubudur.”[3]

Sebîlürreşad Dergisi, Ocak 2018, Cild: 42 Sayı: 1024, S:44,45

Mehmet Âkif ve Rusya Müslümanları – 1





[1]-“Rusya’nın İstanbul Büyükelçiliği’nin II.Abdülhamid Dönemindeki Pan –İslamizm Hareketleri ile İlgili Bir Raporu”, Çeviren: Ahmed Niyazov – Nariman Hasanov, KTÜİFD, C:3 Sayı:2 Güz 2016, S: 195 - 211

[2] - A. Bennigsen – C.L.Quelquejay, Sultan Galiyev - Üçüncü Dünyacı Devrimin Babası, Sosyalist Yayınlar, 1995, İstanbul, S: 208 - 209     

[3] - a.g.e

19 Aralık 2017 Salı

Mehmet Âkif ve Rusya Müslümanları – 1

Başyazarlığı döneminde Rusya Müslümanlarına; Sırâtımüstakim ve Sebîlürreşad’da özel bir ilgi gösteren Mehmet Âkif, onların seslerini duyurması adına oldukça çaba göstermiştir. 1917’deki Ekim Devrimi sonrası yaşanan süreçte “bağımsızlık” hareketine katılan Müslümanların bu dergilerdeki yazılardan beslenerek bilinçlendiğini de söyleyebiliriz...


İttihad-ı İslam
Sebîlürreşad’daki fikir yürüyüşüne 1908 yılında başlayan Mehmet Âkif Ersoy, Fatih camisinde yazdığı ve derginin ilk sayısında yer alan şiirinde babasıyla olan bir anısını paylaşır; “Sekiz yaşında kadardım. Babam gelir ‘Bu gece sizinle camiye gitsek de gelsek erkence. /Giderseniz geliniz, sâde orada uslu durun’ deyip alırdı beraber benimle kardeşimi…”[1] Âkif, şiirin devamında camideki yaşadıklarını da detaylandırır. Fatih Camii isimli bu şiirinde Mehmet Âkif’in çocukluğuna ve geçmişe duyduğu özlem de açıkça gözlenir.
Âkif’te gözlenen sadece geçmişe duyduğu özlem değildir, ümmeti de özler, ümmet birliğini de özler. Bu birliğin tohumları derginin önceki adı olan Sırâtımüstakim’de atılır. Daha sonra Sebîlürreşad adını alan dergide Âkif’in ümmet birliği fikirleri daha da güçlenerek devam eder. Ümmetin bir arada olması gerektiğini her daim vurgulayan Mehmet Âkif, Sırâtımüstakim ile Sebîlürreşad’a dünyanın dört bir yanından Müslüman kalemlerden yazı alır. Kimilerini tercüme ederken, kimilerini de olduğu gibi yayınlar. Âkif’in kaygısı İttihad-ı İslam’dır.

Rusya’ya etkisi
İkinci Meşrutiyet’in ilanından sonra yayın hayatına başlayan Sebîlürreşad’a dünyanın dört bir yanından gönderilen yazılar; Avrupa ülkelerinden, Balkanlardan, Hindistan’dan, Yemen’den, Arabistan’dan, Pakistan’dan, Çin’den ve Rusya’dan gelmekteydi.
En dikkat çekici ve fazla bilinmeyen yazılar hiç şüphesiz Rusya’dan gönderilenlerdir. Sebîlürreşad’da, Rusya bölgesiyle ilgili çıkan her yazı, Çarlık rejimi tarafından satır satır okunup, arşivlenmiş, raporlar haline getirilerek, kendilerince önlemler alınmaya çalışılmıştır. Çok sonraları, Sebîlürreşad’da yazan isimleri, günümüzde, farklı sahada görmekteyiz. İki bölümden oluşan bu yazımızda yer alan kimi isimlere, Türkiye’de Cumhuriyet’in ilanı, Rusya’da ise Ekim Devrimi’nin sonrasında oluşan yeni zeminlerde rastlamaktayız. Günümüzde bu isimlerin kimileri bilinirken, kimileri de bilinmemekte. Sovyet rejiminin oluşmasında, bağımsız bir devlet kurma ve inançlarını özgürce yaşayabilme hayaliyle Rusya Müslümanları gayret göstermiş ve ağır bedeller ödemiştir. Hiç şüphe yok ki; bu Müslümanların fikirlerinin oluşmasında Sebîlürreşad’a Rusya’dan yazan kalemlerin önemli katkısı olmuştur.

Rusya’da yasaklanır
Derginin Rusya’ya girmesi yasaklanır bir dönem. Sebîlürreşad; Buhara, Kazan, Ufa, Kırım, Petersburg, Odesa, Orenburg ve Moskova gibi Rusya’nın belli başlı bölgelerine abone yoluyla ulaşmaktaydı. İslam coğrafyasının Rusya kesiminde yaşayan Sebîlürreşad yazarlarını ve yazılarını; kendi bölgelerinde gerçekleşen Bolşevik - Ekim Devrimi’nin 100’üncü yıldönümünde, içinde bulunduğumuz Aralık ayı itibariyle de, rahmetle andığımız üstadımız Eşref Edib Fergan’ın vefatının 46’ıncı yıldönümünde, yine üstadımız ve Millî Şairimiz Mehmet Âkif Ersoy’un da vefatının 81’inci yıldönümünde siz değerli okurlara anlatmaya çalışacağım.

1905 Devrimi
Rusya’da Müslümanların yazılar yazması, fikirler beyan etmesi 1905 yılı sonrasına daha çok rastlamaktadır. Dönemin Sovyet sosyalistlerinin öncü devrim dedikleri “1905 Devrimi” gerçekleşmiş, tıpkı İkinci Meşrutiyet sonrası Osmanlı’da olduğu gibi Millet Meclisi kurulmuş çeşitli etnik kökene mensup milletvekilleri Duma’ya, yani Meclis’e gönderilmiştir. Rusya’daki 1905 Devrimi ile Osmanlı’daki İkinci Meşrutiyet’in ilanı birbirine benzer diyebiliriz.
İlk Duma (Rusya Meclisi)’da yaklaşık 35 tane Müslüman temsilci vardı. Rusya’da kısıtlı da olsa oluşan fikir özgürlüğü kapsamında çeşitli gazete ve dergiler Çarlık topraklarında yayın hayatına başlar. Müslümanların fikirlerini beyan etmeleri kolay olmaz, sansüre uğrarlar, tutuklamalar ve sürgünler meydana gelir. Osmanlı merkezli Sebîlürreşad’da yazmaları daha etkileyicidir. Zirâ dergi daha geniş alana hitap etmektedir. Sırâtımüstakim ve Sebîlürreşad’da yazılar yazan bölge Müslümanları, Rusya Çarlığını oldukça rahatsız eder.

İlk yazan Müslümanlar
Rusya’dan Sıratımüstakim’de ilk yazan kişi Kazanlı Halim Sabit’tir. 1883 yılında, Kazan’a bağlı Simbir adıyla da bilinen Simbirsk’in Küçük Tarhanlı köyünde doğdu. Simbirsk daha sonra Ulyanovsk adını alarak Rusya Federasyonu’na bağlı bir şehir haline geldi. Yaşamının neredeyse büyük bölümü eğitim ve öğrenmekle geçen Kazanlı Halim Sabit bir süre, Ural Nehri yakınındaki Orenburg şehrinde bulunan Hüseyniye Medresesi’nde müderrislik görevini üstlendi. O dönem Kazan bölgesinden pek çok genç tahsil için İstanbul’a akın etmekteydi.
Kazanlı Halim Sabit’te bunlardan biri oldu. İstanbul’da Mercan İdâdîsi’ne kaydını yaptıran Halim Sabit, okuldan artan kalan zamanlarında da, Fâtih Camii’nde dönemin tanınmış âlimlerinden Dağıstanlı Abdülfettah Efendi’den dersler aldı. Dârülfünun İlâhiyat’ta öğrenciyke Sırâtımüstakim’de yazılar yazmaya başlar. Öğrenme aşkı bitmeyen Halim Sabit, Orta Asya’daki Türk topluluklarının yaşamlarını incelemek üzere Türkistan’a ve Altaylara yolculuk yapar. Bu gezisinde kayıt ettiği notları, hemşerisi Yusuf Akçura’nın dergisi Türk Yurdu’nda yayımlanır. Yine bu gezisinde evlenir. 1912 yılında tekrar İstanbul’a gelir  ve ulûm-i dîniyye muallimi olarak Gelenbevî İdâdîsi’ne tayin edilir. 1914’te Mahmud Esad Efendi’nin yanında târîh-i dîn-i İslâm ve târîh-i edyân dersleri müderris muavini olarak ve aynı yıl Mahmud Esad Efendi’nin Şûrâ-yı Devlet Tanzimat Dairesi reisliğine getirilmesi üzerine müderris sıfatıyla Dârülfünun’un Ulûm-ı Şer‘iyye Şubesi’nde  derslere girdi. Birinci Dünya Savaşı’nda Almanlar’a esir düşen Müslüman askerlerin hayat şartlarını incelemek üzere Tunuslu Şeyh Sâlih, Abdürreşid İbrahim ve Ağaoğlu Ahmet’le beraber Kazanlı Halim Sabit de farklı tarihlerde Berlin’e ziyaret gerçekleştirir. 1917’de Rusya’da Bolşevik Devrim’in patlak vermesi üzerine İstanbul – Bakü yolu açılır. Yolun açılmasıyla beraber Rusya’dan İstanbul’a doğru kimi Müslümanlar göç eder. İstanbul’da, Rusya’nın Mazlum Milletleri Cemiyeti kurulur. Kazanlı Halim Sabit bu cemiyette, Hüseyinzâde Ali Turan ve Köprülüzâde Fuad ile birlikte hareket eder. İstanbul’da yaşadığı ilk yıllarda siyasi yaşam hayli hareketlidir. Hiçbir siyasi harekette yer almayan Halim Sabit, dönemin hükümetine Rusya ile konularda danışmanlıkta yapar.
1919 yılından 1939’a kadar ticaretle uğraşan Kazanlı Halim Sabit bu yıllarda yaşamının büyük kısmını Avrupa ve Baltık ülkelerinde, Rusya’nın bazı şehirlerinde geçirdi. Azda olsa Türkiye’ye gelip gitti. İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla 1939’da Türkiye’ye döndü. Avrupa’da yayımlanan ve Türkçeye tercümesi için hazırlıklara başlanan İslâm Ansiklopedisi’nde; ilkin hazırlık memuru, sonra neşir bürosu kâtibi olarak 1944 yılına kadar görev yaptı. Ansiklopediden hemen sonra, Diyanet İşleri Başkanlığı Müşavere Heyeti âzalığına tayini yapılan Halim Sabit Şibay 27 Aralık 1946 yılında Ankara’da vefat etti.[2] Mehmet Âkif gibi 27 Aralık’ta vefat eden Şibay’ın kabri Cebeci Asri Mezarlığı’ndadır.  Eşref Edib Fergan’ın Mehmet Âkif Ersoy’u anlattığı kitabında da adı geçer Kazanlı Halim Sabit’in.[3] Adı son devir din alimi olarak tarihteki yerini alan Halim Sabit Şibay, 1 Ekim 1908 tarihli Sırâtımüstakim’deki ilk yazısı Hutbelere Dâir başlığı taşımaktadır. Hutbe’yi tanımlar; “Hutbe, Cum’a ve bayram namazlarında, cem’iyet ve meclislerde, dini, ilmi, siyasi olarak mühim mevzuular üzerine irâd edilen sözlere ıtlak olunur. Nutuk dahi hutbe ile müteradiftir…”[4] Vefatının 71’inci yıldönümünde rahmet andığımız Halim Sabit Şibay Sebîlürreşad’da da yazılar kaleme alır. 28 Mart 1912 tarihli Sebîlürreşad’da Hac ve Kabe konulu bir yazı dizisine başlayan Şibay’ın buradaki imzası sadece Halim Sabit’tir. Kazanlı kelimesini kaldırmıştır yazılarındaki imzalarında. Sebîlürreşad’daki ilk yazısına şöyle giriş yapar; “Hac, Kabe… İki tarihi kelime. İki kelime ki güya lafız ile manası, sebep ile müsebbibi gibi beraber olarak tarihin amâk mechulesi içinde karışıp giderler.  Öyle ki tarih bunların mebadilerini tayin hususunda mütezebzib bulunuyor.”[5]

Bilinmeyen yazarlar
İstanbul’da yaşayan Kazanlı Halim Sabit’ten sonra, Sıratımüstakim’de, Rusya Müslüman coğrafyasından yazan ilk isim A. Sevindik’dir. Günümüzde Başkurdistan’ın başkenti Ufa’dan yazılarını yollayan A. Sevindik’in ilk yazısının başlığı “Rusya Müslümanlarında Dil ve Edebiyat”tır. 31 Aralık 1908 tarihli bu ilk yazısında Rusya Müslümanlarının etnik kökenlerinden bahseder ve Türk boylarını tarif ederek dilde anlaşamadıklarını anlatır;
“Rusya Müslümanları Avrupa ve Asya kısmı itibariyle, Tatar, Mişar, Başkurd, Nogay, Kafkaslılar, Kırgız, Türkmen, Sart, Özbek ve Tacik namlarıyla bir çok kabile ve ensabın birleşmesinden müteşekkil bir millettir. Dinen ve ekseri neseben hep birdirler. Fakat lisan, âdet ve tarz-ı muameleleri ayrı ayrıdır. Türkistanlı bir Sart ile (Müslüman olduğu halde) Kazanlı bir Tatar konuşamaz ve Müslüman namıyla ülfet hasıl edemez. Şive ve maksudu ifada gösterilen başkalıklar pek büyük müşkülatı mucip olur.”[6]
Sevindik yazısında Rusya meclisindeki 35 kadar Müslümandan da bahseder ve bunların birbirleriyle Rusça konuştuklarına dikkat çekerek; “Öyle ise böyle bir kavmin edebiyatı nerede olur? Elbet edebiyattan külliyen mahrumdurlar.”
Yazısının detayında okuyucularından özür dileyerek, Osmanlıda ve Rusya’da yaşayan Müslüman Türklerin birbirleriyle anlaşacağı özel bir dilin oluşturulmasını isteyen Sevindik; “Bundan 20 sene evvel İngiltere’de bir tek Müslüman yok iken şimdi Liverpool ve Manchester’da yirmi otuz bini mütecaviz ehl-i İslam vardır. Bunlar gibi Avrupa’da İslamiyeti kabul edenler daima tezayüt etmektedir. İşte bunlara da dilleri, hurufatları ile Kuran-ı Kerim gibi dini kitaplar yazmak müşkil olacaktır. Cümlesini kabul eder suretde vâsi bir alfabe teşkil etmemiz elzemdir” ifadelerine de yer verir. Yaşamı hakkında bilgilerine ulaşamadığımız Sevindik’in bundan başka bir yazısı daha yayınlanır Sırâtımüstakim’de.
Mehmet Âkif Ersoy’un Baş Muharrirliğindeki Sırâtımüstakim’de, bölgeden yazan bir başka Müslüman kalem Troytskili Ahmed Tâceddin’dir. Abdürreşid İbrahim’le yakınlığıyla da bilinen Ahmed Tâceddin’in ilk yazısı 25 Mart 1909 tarihinde çıkar. “Rusya İslamları” başlıklı yazısında, bölgede yaşayan Müslümanların etnik kökenleriyle ikamet ettikleri coğrafyaları kısaca özetleyen Troytskili Ahmed Tâceddin, yine Rusya bölgesinde Müslümanların Ruslara olan öfkesinin yükseldiğini öne sürer. Osmanlıyı yücelten sözlere de yer vererek; “Osmanlıların saadeti, bizim saadetimiz demek olduğundan şu kâfil-i saadet olan devr-i hürriyet bir Osmanlı kalbinde ne gibi te’sîratı mûcib olduysa bizimde kalbimizde aynı te’sîrat mûcib olmuştur.”[7]
Troytskili Ahmed Tâceddin’in biyografisi,  Ufa’dan yazılar yollayan A.Sevindik gibi fazla bilinmese de memleketi hakkında tahmin yürütmek mümkün.  Ön adından, Troytskili kelimesinden yola çıktığımızda, Rusya bölgesinde iki şehirle karşılaşmaktayız. İkisinin de adı Troitsk (Troytsk). Bu şehirlerden biri Moskova’ya 40 kilometre mesafede. Diğeri ise, Rusya – Kazakistan sınırında, Ural dağlarına yakın. Ahmed Tâceddin’in memleketi ikinci ihtimal olabilir, Ural dağları civarından.

Teârüf-i Mûslimîn dergisi
Troytskili Ahmed Tâceddin’in Abdürreşid İbrahim’le olan yakınlığının detayına indiğimizde bu sefer karşımıza Teârüf-i Mûslimîn isimli dergi çıkmaktadır. Yayın hayatı kısa olan bu dergi fazla bilinmemesine rağmen, o dönem İstanbul’da yaşayan Rusya Müslümanları adına önemli bir yayın organıydı. Ahmed Tâceddin ve Abdürreşid İbrahim bu dergide birlikteydiler. 1910 ile 1911 yıllarında 32 sayı olarak yayın hayatını sürdüren Teârüf-i Mûslimîn’in künyesinde, sahibi olarak Ahmed Tâceddin ve Yakup Kemal, Sorumlu Müdürü olarak ta Osman Cudi görünmektedir. Bir ibare bulunmasa da başyazarının Abdürreşid İbrahim olduğu iddia edilmekte.[8] Yalnız her ikisinin de bu dergide imzalı yazıları mevcuttur.

Enver Paşa - Abdürreşid
Sebîlürreşad’da bir dönem önemli yazılar kaleme alan Abdürreşid İbrahim, Seyyâh-ı Şehîr unvanıyla da anılır. Abdürreşid İbrahim, Afrika’dan Japonya’ya kadar olan coğrafyayı dolaşarak tebliğler de bulundu. Japonya’da İslamiyetin yayılmasını da sağlayan Abdürreşid İbrahim, bir müddet İstanbul da yaşadı. Osmanlıya ve İslam’a sahip çıkmasıyla da bilinir. Enver Paşa ile irtibatlı olduğu da bilinen Abdürreşid İbrahim, Libya’da Bingazi’de yaşadıklarını 14 Mart 1912 tarihli Sebîlürreşad’da yazıya döker;“Ben bu şark cihetini, ki Enver Paşa’nın taht-ı kumandasında bulunuyor, biliyorum, bu taraftaki asâkir-i nizamiyemizin nihayet beş yüzü tecavüz etmez. Onunda bir çoğu sakat makat, hasta, hep eskiden kalma, kalan kısmı hep mücahidin-i kirâm, gönüllü. Zâbitânımız var, onlar da gönüllü. Bugünkü hâl ve keyfiyet bunu gösteriyor ki; Enver Paşa’nın ve sair erbab-ı hamiyyetin çalışmaları sayesinde inşallah mesele tamamıyla bütün âlem-i İslam’ın arzusuna muvafık hallolunacaktır.”[9] 1857 yılında Sibirya’da, Özbek kökenli bir ailenin evladı olarak dünyaya gelen, Rusya’da Abdürreşid İbrahimov ve Reşid İbrahim adıyla da bilinen Abdürreşid İbrahim 1944 yılında Japonya’da vefat etti. Kabri Tokyo’dadır.

Japon Türkolog anlatıyor
Kasım 2017’de Haliç Kongre Merkezi’nde gerçekleşen, Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü’nün organize ettiği; 2.Uluslararası Osmanlı Coğrafyası Arşiv Kongresi vesilesiyle bir araya geldiğimiz, Tokyo’daki Toyo Üniversitesi Sosyoloji Fakültesi ve Asya Kültürlerini Araştırma Enstitüsü’nün Profesörlerinden önemli bir Türkolog Nobuo Misawa ile burada Sebîlürreşad standında özel bir görüşme gerçekleştirdik. Nobuo Misawa, İbrahim’in ilk olarak 1909 yılında Japonya’ya geldiğini ve dönemin Başbakanı ile görüştüğünü de belirtmekte. Japonya’da Abdürreşid İbrahim’in çok iyi bilindiğini de söyleyen Profesör Nobuo Misawa Sebîlürreşad’dan da bahsetti; “Benim ülkemde, Japonya’da, okuyan herkes Sırâtımüstakim’i ve Sebîlürreşad’ı çok iyi bilir. Asya ve Müslüman araştırmalarında çok özel bir yeri vardır. Her zaman ilk önce Sebîlürreşad’a bakılır.”

Rus elçiliğinden takip
O dönem Rusya’nın İstanbul Büyükelçiliği İslamcı dergileri yakın takibe alır. Bu dergiler; Sırâtımüstakim ve Teâruf-i Mûslimîn’dir. İki derginin de ortak özelliği Rusya Müslümanlarının yazılarına yer vermesidir. 1910 yılında İstanbul Rus Büyükelçiliği’nden Rusya’ya bir rapor gönderilir. Rapor, II. Abdülhamid dönemi ve sonrasını içermektedir. İttihadi Terakki’den Şeyh Said’e, Sırâtımüstakim’den Musa Kazım Efendi’ye kadar birçok isim raporda yer alır. Sırâtımüstakim, Abdürreşid İbrahim, Ahmed Agayef ve Ahmed Tâceddin’den özellikle bahsedilir. Bu rapordan çalışmamızın ikinci bölümünde detaylı şekilde bahsedeceğiz. Sebîlürreşad’da yazıları yayınlanan diğer Rusya Müslümanlarına gelince, Kırım’dan İsmail Gaspıralı ve Yakub Cemal, Kazan’dan Muhammed Ayaz İshaki, eskiden Kazan’a bağlı olan Simbir,, yeni adıyla Ulyanovsklu Yusuf Akçura, Bakü’den Mehmet Emin Resulzâde.

Sadri Maksudi Arsal
Yine Rusya Müslümanlarından, bölgesinde Sadri Maksudof olarak bilinen Kazanlı Sadri Maksudi Arsal’ında yazıları Sebîlürreşad’da yer almıştır. Rusya’daki gazetelerde yazan Maksudi’nin yazıları iktibas şeklinde olmuştur. 1880 yılında Kazan’da dünyaya gelen Arsal, 1895 yılında Rusça öğrenmek üzere Kırım’a geçer. Burada İsmail Gaspıralı ile tanışır.[10] Arsal’ın Rusya’daki yaşamı büyük oranda siyasetle geçmiştir. İdil – Ural sahasında bağımsız bir devlet için çaba gösterdi. Sadri Maksudi Arsal, 1917 Bolşevik Devrim sonrası Ufa merkezli kurulan İdil-Ural Özerk Devleti’nin Cumhurbaşkanlığını yaptı. Bolşeviklerle anlaşamaması sonrası üzerine Finlandiya üzerinden Avrupa’ya geçen Arsal burada Sorbonne Üniversitesi’nde bulundu. 1925 yılında dönemin Maarif Vekili Hamdullah Suphi Tanrıöver tarafından Türkiye’ye davet edildi. Hamdullah Suphi Tanrıöver’de Sebîlürreşad yazarlarındandır. 1931 yılında, Sadri Maksudi Arsal, Yusuf Akçura ile birlikte Türk Tarih Kurumu’nun kuruluşunda yer almıştır. CHP ve DP’den Milletvekilliği de yapan Arsal 20 Şubat 1957’de İstanbul’da vefat etti.

Muhammed Ayaz İshaki
Muhammed Ayaz İshaki’nin yazıları Sebîlürreşad’da Kazanlı Ayaz imzası ile yayınlanmıştır. Kazan bölgesinde 1878 yılında dünyaya geldi. Bölgedeki Müslüman hareketinin önderleri arasında yer alır. Çevresinde etkili biri olan İshaki müthiş derecede Rus karşıtlığıyla da tanınır. Çarlık dönemindeki Rus karşıtlığının bedelini birçok kez tutuklanarak ve Sibirya ya sürülmekle öder. 1917’nin Mayıs ayında gerçekleşen Tüm Rusya Müslüman Kurultayı’nda hayli etkindi. Yine aynı yıl Moskova’da gerçekleşen, Milli Şura olarak ta adlandırılan Müslüman Milli Konseyi Yürütme Kurulu Başkanlığı’na getirildi. Ekim Devrimi’nden sonra Bolşevik karşıtı oldu. Önce Japonya’ya gitti. Burada gazete çıkardı. Ardından Avrupa üzerinden Türkiye’ye geldi. 1931 yılındaki Kudüs Müslüman Kongresi’nde önemli görev üstlendi.[11] 22 Temmuz 1954 tarihinde Ankara’da vefat eden İshaki’nin cenazesi, vasiyeti gereği İstanbul Edirnekapı Şehitliği’nde Yusuf Akçura’nın yakınına defnedildi. Rusya’daki Bolşevik Müslümanların  önderi Sultan Galiyev hakkında İshaki’nin düşünceleri;“Bizde gerçek anlamda bağımsızlık hareketi vatanımızda Sultan Galiyev tarafından, dış ülkelerde ise bizi tarafımızdan yirminci yıllarda başlatıldı.”
Bahsettiğim Rusya Müslümanlarının hepsinin ortak bir arzusu vardı. Bağımsız Müslüman İdil Ural Devleti. Bu uğurda kimi canından oldu, kimileri sürgünde vatan hasretiyle vefat etti. Hatta sosyalist saflarda bile medet umdular. Bundan 100 yıl önce “Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı” lafına inanarak Bolşevik oldular. Kandırıldılar. Sebîlürreşad’da yazan Rusya Müslümanlarının, bilinçlenme adına bölge insanını etkilediğini de söyleyebiliriz.              Devam edecek

Gelecek sayıdaki yazımızdan başlıklar:

*Rusya resmi belgelerindeki Sebîlürreşad ve yazarlarıyla ilgili raporu ele alacağız.
*Mehmet Âkif’in Rusya üzerine kaleme aldığı yazıları irdeleyeceğiz.
*Sırâtımüstakim’deki hangi yazı Çarlık Rusyasını tedirgin etti?
*Sultan Galiyev ile ilgili yeni değerlendirmelerde bulunacağız.

Sebîlürreşad Dergisi, Aralık 2017, Cild: 42, Sayı: 1023,  S:26,27,28


Mehmet Âkif ve Rusya Müslümanları - 2








[1]- Sırâtımüstakim, Sayı: 1, Sayfa: 3, 14 Ağustos 1324, (27 Ağustos 1908)

[2]- Birinci, Ali – Çavdar, Tûba. Halim Sabit Şibay, TDV İslâm Ansiklopedisi, Cild: 15, S:336,337

[3] - Fergan, Eşref Edib. Mehmet Âkif: Hayatı, Eserleri ve 70 Muharririn Yazıları, İstanbul, 1938

[4] - Kazanlı Halim Sabit, Hutbelere Dair, Sırâtımüstakim, Cild: 1 Sayı: 6, 1Ekim 1908, S: 88

[5] - Halim Sabit, Hac ve Kabe, Sebîlürreşad, Cild: 8 Sayı: 186, 28 Mart 1912, S: 55

[6] - A.Sevindik, Rusya Müslümanlarında Dil ve Edebiyat, Sırâtımüstakim, Cild: 1, Sayı:19, 31 Aralık 1908, S:300

[7] - Troytskili Ahmed Taceddin, Rusya İslamları, Sırâtımüstakim, Cild: 2 Sayı: 31, 25 Mart 1909, S: 75

[8] - Özbek, Nadir. İkinci Meşrutiyet İstanbul’unda Tatar İslamcıları, Müteferrika Yaz 2002, Sayı:21, S:48

[9] - Abdürreşid İbrahim, Afrika’da Mücahidin-i İslamiyyenin Ahvâline ve Müslümanlığın İstikbaline Dâir, Sebîlürreşad, Cild:8, Sayı:184, 14 Mart 1912, S:30

[10] - Akpınar, Turgut.  Sadri Maksudi Arsal, TDV İslâm Ansiklopedisi, Cild: 3, S:397

[11]- Bennigsen, A.A., Wimbush, S.E., Sultan Galiyev ve Sovyetler Birliği’nde Milli Komünizm, Anahtar Yayınları, 1.Baskı, Nisan 1995, İstanbul, S: 237