31 Temmuz 2018 Salı

Yaşar Kemal röportajcılığı


Bir dönem kaleme aldığı röportajlarıyla da yazın hayatında iz bırakan Yaşar Kemal’in ilk gazete yazısı Memleket Mektupları başlığı altında 3 Temmuz 1951 tarihinde Cumhuriyet’te yayımlanır. “Diyarbakırdaki göçmen köylerini gezerken neler gördüm?” başlıklı ve röportaj türündeki yazısında, 1939 yılında Bulgaristan’dan Türkiye’ye gelen Türklerin yaşamlarını anlatır. Yaşar Kemal bu röportajıyla dikkatleri üzerine çeker. Kendine has üslubu ve betimlemeleriyle kelimeleri coşturur. Söz konusu yazı röportajdır ama bir roman edasında okunur satırlara dökülen duygular;
Kuşlar bile dökülüp kalıyorlar sıcaktan. Sivrisinek bulut misali. Su yok. Ambar çayının üstüne çeltik ekmişler. Çeltiğin ayakları çaya dökülüyor. Su, bu sebepten, sarı, zehir gibi akıyor. İçen bir daha doğrulamıyor. Gitti gider! Başka da su yok. Kuyuların suyu var ya, o daha kötü. hem de kuruyor. Hastalanmadık kimse kalmıyor göçmenlerden. Geldiklerinin birinci ayında 120 can veriyorlar kara toprağa. Herkes hasta, köy ıpıssız. Ölüleri bile kaldıran yok. Evlerde kokup kalıyorlar. Birinde iki gündür gömülemeyen bir ölüyü, köye yolları düşen iki ilkokul müfettişi defnediyor. Şumnu’nun, Deliorman’ın havası, sonra da Diyarbakır’ın çölü. Dayanılır mı? Bütün hata burada işte. Muhite intibak meselesi. Etütsüz, plansız bir yerleştirme. Ölenler ölüyor. Kalan sağlar da Köprübaşı’nı bırakıp başka yerlere göçüyorlar.”

Yaşar Kemal’in röportajlarını incelediğimizde, ne yazık ki günümüzde örneklerine fazla rastlamak mümkün değil. Röportajları soru-cevap şeklindeki söyleşi gibi değildi. Röportaj konusu nerede ve hangi şartlar da geçerse geçsin, bunu bir şekilde okura anlatır, okuyucuyu oralara alıp götürürdü. Betimlemeli yorumlar da içeren röportajlarında dikkat çeken bir ayrıntı ise “soruşturmacı gazetecilik” örneği sergilemesidir. Kimi zaman hükümeti göreve çağırır ve bazen de hesap sorar karşısındakine;
“Bu göçmen köylerinde yeni dikilmiş göz için arasan ağaç yok. Köyler çırılçıplak. Yahu dedim, şu köylere ağaç dikseydiniz elinizde mi kalırdı? Şimdiye kadar kocaman olurlardı. Bir yaşlı: Abe görürsün halimizi dedi, dururuz iğne üstünde. Sülersiniz hep büle. Etmişsiniz âdet. İğne üstünde duruyorlar, doğru. Ama dikseler iyi ederlerdi. Herhalde hükümet bunların dertlerine bir çare bulmalı.”[1]

22 Ağustos ile 2 Eylül 1951 tarihleri arasında yine Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan “Kaçakçılar” isimli röportajı için kaçakçılarla 25 gün geçirir. Kendisi kaçakçı kimliğine bürünerek dağlarda, sınırlarda onlarla beraber dolaşır. Kaçakçıların arasında adı Adanalı Hasan’dır. Onlarla kahvehaneler de vakit geçirerek; çay içer, oyun oynar. Kaçakçıların Jandarma ile girdiği çatışmaya bizzat şahitlik eder. Kaçakçılar arasında geçirdiği günleri gazetede olduğu gibi aktaran Yaşar Kemal, yirmi civarında kaçakçıyı da okuruna tarif eder.  Kaçakçılarla yaşadığı günleri ve röportajı 1975 yılında şöyle anlatır;

“Onların korkularına, acılarına, sevinçlerine, varlıklarına, yokluklarına katıldım. Bunca yıl geçti, 1951 yılında tanıdığım birçok kaçakçıyla yakın dostluğum sürer gider. Benim kaçakçı değil de gazeteci olduğumu öğrendikten sonra bile benimle ilişkilerini kesmediler. Şimdi bir geceyi anımsıyorum, kilometrelerce bir kayalık yolu aşarak, sırtımda ağzına kadar doldurulmuş bir çuvalla canım çıkarak, korkarak, ödüm koparak, kaçakçılarla sırtımızdaki çuvalları taş yığınlarına saklayışımızı… anımsıyorum. Bunca yıl nasıl unutmamışım. Bunun önemli bir sebebi olacak. Hiçbir röportajımda bir tek not almadım. Ne bir sözcük, ne bir çizgi. Hiçbir zaman yanımda kalemim olmaz ki. Adres yazmak için bile.”[2]

Röportaj edebiyatın bir dalıydı onun için, tespih taneleri gibi kelimeleri öyle özene bezene yan yana diziyordu ki; bahsi geçen konunun yanı sıra bir de tarif edilemez apayrı hava yaratıyordu. Dilindeki, üslubundaki akıcılık eserlerinde olduğu gibi röportajlarına da yansıyordu. Sanki alfabede ki tüm harflere can veriyordu, onlarla dost oluyordu. Milliyet Sanat dergisinin 1975 yılındaki Ağustos ayında çıkan ve röportaj soruşturması dosyalı sayısında, röportajın bal gibi edebiyat olduğunu savunur;

“Röportaj bir edebiyat sayılabilir mi? Bu soruyla çok karşılaştım. Röportaj bir edebiyat dalı sayılmak ne, röportaj bal gibi edebiyattır. Onu haberden ayıran nitelik onun edebiyat gücüdür. Haber bir yaratma değildir, bir taşımadır. Aslında röportaj, taşına anlamına geliyor ya yanlış, o taşıma olan haberdir, hem de en gerçek anlamıyla. Röportaj bir yaratmadır. Gerçeğe, gerçeğin, yaşamın özüne yaratılmadan varılamaz. Yaratmadan hiç kimse hiçbir şekilde gerçeği yakalayamaz, yakalasa da karşısındakine anlatamaz. Haber gerçek değil mi, bence haber gerçeğin simgesidir. Haberin arkasında neler var, neler dönüyor, ne yaşamlar, ne dramlar, sevinçler var, haber bunu bize veremez. Röportaj haberin varamadığı yere varandır, nasıl, yaratarak, gerçeği değiştirerek değil, yaratarak.”

2013 yılında da röportajı anlatırken yukarıdaki ifadelere benzer cümleler kurar. Vietnam Savaşı’nın korkunçluğunu haberlerden değil, bölgeyle ilgili yapılan röportajlardan öğrendiğine dikkat çeker;

“Röportaj bir sanat, bir edebiyat türü, bir yaratma eylemidir. En az romanlarım kadar röportajlarıma emek verdim. Hatta romandan daha çok önem verdim; çünkü yeni bir şey yapıyordum ben. Avrupa bile konuşmadı bunu. Ben röportaj yaptıktan sonra Fransa'da 'Yaşar Kemal röportajı yeniden yarattı,' diyorlardı. Kitaplardakinden daha çok röportaj yazım var, ama ben de bilmiyorum neredeler. Ben Vietnam Savaşı'nı ne haberlerden, ne de bilimsel araştırmalardan öğrenebildim, daha da ileri gidersem, televizyon filmlerinden de öğrenmedim, ancak Vietnam Savaşı üstüne birkaç röportaj okuyuncadır ki bu korkunç savaşın dehşetine varabildim.”[3]

Çalıştığı gazete de son iki röportajında ses kayıt cihazı kullandığını, bunu da ne için yaptığını hatırlamadığını söyleyen Yaşar Kemal, kendisiyle röportaj yapmak isteyen gazetecilere kâğıt ve kalemi şart koşmasıyla da bilinirdi. Ses kayıt cihazlarına şiddetli şekilde karşıydı. En hoşlanmadığı röportaj türü ise tek kelimelik soru-cevaplardı. 90’lı yılların başında bu tür gazetecilerde biraz popülerdi. 1991 yılında kendisiyle tek kelimelik soru-cevap şeklinde röportaj yapmak isteyen gazeteci Abdulkadir Kaçar’ı kibarca, kendine özgü tavır ve sevecenlikle reddeder. Gazeteci Kaçar, üzülmez bu ret cevabına, kitaplarını severek okuduğu, çocukluğunun 60’lı yıllarında radyoda seslendirilen eserlerini heyecanla dinlediği, Hürriyet gazetesinde resimlendirilen İnce Memed romanını zevkle takip ettiği büyük ustayla bir araya gelmenin mutluluğunu yaşamıştır.

1980’li yıllarda Yaşar Kemal ile röportaj gerçekleştiren gazeteci Süleyman Canbolat anlatıyor;

“Edebiyatın yanı sıra röportajında ustasıydı. Böyle bir ismin yanına gazeteci olarak gitmek beni heyecanlandırdı. Soracağım soruları önceden yazıp not aldım. Teyp ve ses kayıt cihazını meslek hayatım boyunca kullanmadım. Yaşar Kemal’in yanına gittiğimde de her zaman yaptığım gibi, ara başlıkları not alıyordum, geri kalanlar hafızamdaydı. Ara başlıkları not aldığımı fark eden büyük usta, kâğıdı ve kalemi bırakmamı isteyerek; ‘Gazeteci her şeyi kâğıda yazarak not almamalı, beynine yazmalı, ezberlemeli, hafızasında tutmalı birçok şeyi’ demişti. O görüşmemizden tam 6 gün yayımlanacak çok güzel bir röportaj çıkmıştı.”

Röportajlarında çocukları da ihmal etmez. Onları da anlatır bol bol. Bu çocuk ya doğrudan gözlemlediği biridir, ya da röportajdaki başkişinin çocukluğudur. Annesi ile birlikte Ankara’da yaşayan yetim Oğuz’un hüzünlü maceraları, Yaşar Kemal’in kelimeleriyle okurla buluşur;

“Trenlere bindi çocuklarla birlikte, parası olmadığını, biletsiz olduğu anlayınca trenciler onu oyuncak trenden indirdiler. Kayıklara bindi gene indirdiler. O gene kaçak, trenlere bindi, gene kayıklara bindi. Gene bir yolunu buldu, dönme dolaplara atladı. Atlı karıncaları seyretti. Bir daha da Gençlik Parkı’ndan ayrılmadı. Her sabah doğru gençlik Gençlik Parkı’na… Gün akşam oluncaya kadar. Bazı bazı Gençlik Parkı’nda gece yarılarına da kadar kalıyordu. Anası onu dövüyordu öldürüyordu ama o pahasına olursa olsun Gençlik Parkı’nı anasına söylemiyordu.”[4]



[1] - Kemal, Yaşar. Diyarbakırdaki göçmen köylerini gezerken neler gördüm?, Cumhuriyet, 03.07. 1951
[2] - Milliyet Sanat Dergisi, Röportaj Soruşturması, Ağustos 1975
[3]- Kayayerli, Damla. Sahi neydi röportaj?, Sabah, 03.03.2013[4] - Kemal, Yaşar.  Gençlik Parkında yepyeni bir dünya bulmuştu, Cumhuriyet, 06.10.1975


Bestami Yazgan’ın yolculuğu ve memleket sevgisi

"Bestami Yazgan’ın yolculuğu ve memleket sevgisi" başlıklı yazım, Türk Dili Dil ve Edebiyat Dergisi'nin Temmuz 2018 sayısında yer almıştır. Yazının bağlantısı aşağıdadır...

Mehmet Poyraz • Bestami Yazgan’ın Yolculuğu ve Memleket Sevgisi

Milli Mücadele döneminde Sultan Galiyev


Galiyev, Mustafa Kemal ve Enver Paşa ilişkisini sorgularken, Mehmet Âkif Ersoy’un “Bolşevik çağrısı” olarak yıllardır dillendirilen Nasrullah Paşa Camii’sindeki vaazında bulduk kendimizi…


Rus İmparatorluğu’nun çöküşü 1917’nin ilk günlerine rastlar. İmparatorluğu yöneten Çar II.Nikola aynı yılın Mart ayında tahttan indirilir. Bu süreç Şubat Devrimi olarak bilinir. Yine 1917 yılının sonlarına doğru, Sovyetler Birliği’nin kurucularından Lenin’in “Tarihin hızlandırılmış hâli” olarak tarif ettiği Ekim Devrimi sürecine girilir. 6,7 ve 8 Kasım 1917 tarihlerinde Rusya’da ihtilal gerçekleşir. Lenin ülkedeki bütün halklara “kendi kaderlerini belirleme hakkı” çağrısında bulunur. Çoğu Müslüman olan bu halklar Lenin’in çağrısına inanır ve yeni rejim Bolşevizm etrafında toplanmaya başlar.
1918’in Ocak ve Şubat aylarında Müslümanların iki lideri, ülkenin geleceği hakkında söz sahibi olur. Bu isimler Molla Nur Vahidov ve Sultan Galiyev. İç savaş esnasında Vahidov Çarlık yanlısı güçler tarafından idam edilir. Geriye Galiyev kalır.
Bölge Müslümanlarının kaderi Sultan Galiyev’in ellerindedir. Marksisttir. Dolayısıyla da komünisttir de. İslâm’ı Marksistleştirmez, aksine Marksizmi İslamlaştırır. Milli ve yerli düşünceye sahiptir. Bunu da İslam’ın Marksist haliyle açıklar. İlk başta bunu kimse anlamaz, anlamakta istemez… Kendilerine vaat edilen bağımsız İslâm ülkesini Moskova’dan isteyen Sultan Galiyev, Stalin’in emriyle kurşuna dizilerek idam edilir. Suçu; “Pantürksist ve Panislamist” fikirlere sahip olmasıdır. 1950’li yıllarda Batı tarafından keşfedilir Sultan Galiyev. Yaşamı ve fikirleri gündeme getirilir. Garip biçimde ilk başta Türkiye’de pek kimse sahip çıkmaz. Sonra kimileri Türkiye’de milliyetçi yapar Galiyev’i, kimileri de komünist. Stalin taraftarı solcular onu Sovyetlere göre vatan haini gördüklerinden kabullenmez. 60’lı yıllarda Galiyev’e milliyetçi diyen Aclan Sayılgan, vefatına yakın zamanda yanlış anlattığını itiraf eder. Galiyev hakkında kitaplar ve makaleler yazılır. Konuları ve içeriklerin çoğu birbirine yakındır. Sultan Galiyev hakkında Sebîlürreşad’da çıkan yazılardan kimse bahsetmez. Türkiye’de öyle bir anlatılır ki; Sultan Galiyev, Mustafa Kemal Atatürk ve Enver Paşa’nın fikirleri arasında bağ kurulmaya çalışılır. Sultan Galiyev, tam da unutulmaya başlandığı bir dönemde, Sebîlürreşad Ocak 2017 sayısında kapağa taşınır. Tekrar gündemdedir artık. Hakkındaki kitaplardan ikisi yeniden baskı yapar. Dönemle ilgili yazılı çalışmalar artar.
Sebîlürreşad Genel Yayın Yönetmeni Fatih Bayhan ile beraber Sultan Galiyev’in yaşamını ve davasını anlatan kitap çalışması hazırladık. Kitap bir buçuk yıla yakın bir zamanda tamamlandı. Şu an son kontrolleri yapılmakta ve az bir zaman sonra okurla buluşacak.
Az önce bahsettiğim gibi, Sultan Galiyev, Mustafa Kemal Atatürk ve Enver Paşa’nın fikirleri arasında benzetmeler yapılmaya çalışılmıştır. Bu benzetmelerde ise geçerli bir bilgi ve belge yoksun kalmıştır. Varsayımlarla hareket edilmiştir. Kitapta bu üçlünün ilişkilerini ve fikir dünyalarını belgelerle anlattık. Galiyev, Atatürk ve Enver Paşa ilişkisini sorgularken, Mehmet Âkif Ersoy’un “Bolşevik çağrısı” olarak yıllardır dillendirilen Nasrullah Paşa Camii’sindeki vaazında bulduk kendimizi. Milli Mücadele dönemini ve Mehmet Âkif’i de, Sultan Galiyev kitap çalışmamızda farklı bir bakışla anlattık. Kitap çalışmasından alıntılarla yazımızı sonlandıralım;
“Dininin gerekliliğini bütünüyle yerine getiren baba, oğlu Galiyev’i de ihmal etmez. İslamiyeti iyi bir şekilde tanıması için elinden geleni yapar, muazzam şekilde din eğitimi almasını sağlar. Çok uzun yıllar sonra Galiyev, çocukluğunda aldığı dini eğitimden bahsedecektir.”
***
“Daha dün namaz sonrasında Çar Nikolay’a uzun ömürler dileyerek dua eden mollalar, daha dün Nikolay’a sadakat telgrafı gönderen zenginler, daha dün Almanya ve Türkiye ile zafere kadar savaşmak lazım diye yazan muharrirler, işçilerle askerlerin yaptığı devrimin meyvelerini yemek için Bolşoy Tiyatro sahnesine çıkarak masa etrafına dizilip oturmuşlardı. Bu toplantıda Mollanur arkadaş böyle aldatmacalara karşı çıktı ve devrime hizmet edecek gerçek bir devrimci Müslüman örgütün kurulması gerektiğini bütün gücüyle dile getirdi.”
***
“Türkiye’ye karşı yapılan hareket, Türk-İngiliz veya Türk-Yunan hareketi değildir. Bu doğrudan doğruya İngiltere ile Rusya arasında bir mücadeleden ibarettir.”
***
“Moskova ile işbirliği yapılabileceğini, gerektiğinde onlardan yardımda isteneceğini belirten Mustafa Kemal, Bolşevik görüşün Rusya Müslümanları üzerindeki etkisini de incelemiştir; Bolşevikliğin şimdiye kadar ki gelişmesini, Kazan, Orenburg ve Kırım Müslümanlarındaki tatbikini tetkik ederek, bu doktrinin din ve an’anelere dokunmaması sebebiyle, memlekete zararı olmadığı neticesine vardık.”

Sebîlürreşad, Mayıs 2018, Sayı: 1028, S:16

10 Nisan 2018 Salı

Moskova ve Ankara’da aynı günlerde ne yaşandı?




Türkiye ve Bolşevik Rusya Ekseninde
Moskova ve Ankara’da aynı günlerde ne yaşandı?

 Ankara’da ikinci Meclis’in oluşum günleri aslında bir politika değişikliğinin deişaretidir. Siyasi tasfiyeler bu döneme rastlar. Aynı günler, Sovyet Rusya’da da İslamcıların “Büyük Tasfiye” yaşadığı günlerdir...



Tarih, Milli Mücadele ve 1920’nin ilk günleri. Mustafa Kemal Paşa Ankara’ya gelerek, Anadolu’daki düşman işgaline karşı yurt genelinde örgütlenme başlatır. Örgütlenme işine ilk önce gazete çıkarmakla başlayan Mustafa Kemal, bu işi büyük bir şevkle yapar. Zaten Harbiye yıllarından itibaren ilgiliydi. Hatta, İstanbul’un işgal edildiği ilk günlerde gazete dahi çıkarır. O’nun bu arzusu Milli Mücadele döneminde  hem Sivas’ta hemde Ankara’da yeniden gerçekleşir. Bizzat Mustafa Kemal’in girişimiyle, İrade-i Milliye’den  sonra Milli Mücadele’nin ikinci gazetesi, 10 Ocak 1920’de yayın hayatına başlar. İlk günler haftada iki veya üç gün çıkıyordu, adı da; Hâkimiyet-i Milliye idi.[1] Sadece kâğıt, boya ve teknik ekipmanda bazı eksiklikler vardı. Bütün bunların çoğu İstanbul üzerinden temin edildiğinden sıkıntılar meydana geliyordu. Hepsini bir şekilde aşıyorlardı. Milli Mücadele’ye destek veren yalnız Hakimiyet-i Milliye değildi. Anadolu’nun dört bir yanından gazeteler Milli Mücadele’ye önemli ölçüde katkılar sundu. Mustafa Kemal Paşa gazeteleri seviyor ve destekliyordu. O’na göre Anadolu insanı, birbirinden günbegün haberdar olmalıydı ve bu ancak basın yoluyla mümkün olabilirdi. Ancak zaferden sonra uygulanan siyasete bazı eleştirel basın yayın üzerinden olunca yeni kurulan devlet bu eleştirileri kaldıramaz düşüncesiyle “Takrir-i Sükun Kanunu”yla muhalif yayınlara son verildi. Kitaplar da payını alır bu susturulma hareketinden. O dönemi, Sovyet Rusya’daki gelişmelerle birlikte aktarmaya çalıştığımız bu makalede, Takrir-i Sükûn’a farklı açıdan bakılmıştır. Şöyle ki; Milli Mücadele yıllarında, Ankara Hükümeti ve Sovyet Rusya birlikte hareket eder. Her ikisi de emperyalistlerden kurtulduğu vakit iç siyasetlerinde revizyona gider. Türkiye’de revizyon, Takrir-i Sükun Kanunu ile başlar. Şimdi revizyon öncesine gidelim ve kısaca neler yaşanmış bir bakalım; Hakimiyet-i Milliye’nin 1920’den 1922’ye kadar olan süredeki esas özelliğinin Bolşevik fikirlere aşırı derecede yer vermiş olduğu görülür. Bunun nedeni de, Halil (Kut) Paşa ve Enver Paşa üzerinden Ankara Hükümeti’nin Bolşevik Rusya ile temasa geçmesi, işbirliği içerisinde olmasıdır. Bolşevik Rusya’nın rejimi, Sosyalizmdi, Bolşevizm idi. Ankara’nın ve Moskova’nın ortak düşmanı da İngilizlerdi. Hatırı sayılır bir yardım gelmişti Moskova’dan…[2] Bunlar; silah, cephane, top, yüklüce altın, otomobil, telsiz - telgraf istasyonu ve enformasyon yardımıdır. Bu yardımlar sonrası Anadolu’da bir Bolşevik sevdası başladı. Öyle ki, Sosyalizmi ve Bolşevizm’i çağrıştıran “yoldaş” kelimesi, hem Mustafa Kemal, hem de resmi pek çok makam tarafından yazışmalarda, rahatlıkla kullanılmaya başlamıştı. Hatta Moskova’dan yardım alabilmek ve bu yardımı sürekli hale getirmek adına, Ankara Hükümeti haliyle, daha bir Bolşevik yakınlaşmaya gitti. Moskova’da bulunan ve burada Bolşeviklerle yaptığı görüşmeleri Ankara’ya aktaran Enver Paşa’ya, Mustafa Kemal Paşa tarafından yazılan mektupta uyarı da yapılır; ondan İslamcı görünmemesini ister. Bu uyarıdan, Mustafa Kemal’in o dönem dine karşı bir tavır aldığını düşünmek yanlış olur. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin dualarla açıldığını, Mustafa Kemal Paşa’nın 7 Şubat 1923 tarihinde; Balıkesir Zağanos Paşa Camii’sinde gerçekleştirdiği hutbesinde mealen “Anayasamız Kur’an’ın emirlerindendir” dediğini de hatırlayalım. Hakimiyet-i Milliye, birkaç ay içinde Anadolu’daki direnişin resmi yayın organı olur. Gazetenin propagandası iyi gider. Bolşevizm üzerinden İngiltere’ye ve Batı’ya yüklenilirken, halk da bir araya getirilir. Her şey öyle hızlı gelişiyordu ki, o dönem çoğu çevrede şu da sorulmaktaydı; “Bolşevik mi oluyoruz?” Aslında kimsenin Bolşevik olduğu yoktu. Koşullara uyum sağlıyorduk. Komik ama gerçektir; sosyalizmin fikir babası Marks’ın Kur’an-ı Kerim’den ilham alarak bu düşünceyi yazdığı, daha da ileri gidilerek Kur’an-ı Kerim’in Türkçeye çevrilmiş halinin Bolşevik düşünceler olduğu yönünde söylentiler bile ortaya çıktı. O dönem, Anadolu’da Milli Mücadele çevresinde Bolşevik karşıtı söylemlerde bulunmak, Bolşevizm’i eleştirmek büyük cesaret ister hale geldi ve Bolşevik karşıtlığı, düşmanla, İngilizlerle işbirliği yapmak gibi değerlendirilmeye başlandı. Anadolu’da Yeşil Ordu olarak adlandırılan Bolşevik düşüncede bir askeri birlik kurulur. Mustafa Kemal’in, dolayısıyla Milli Mücadele etrafındadır bu Yeşil Ordu ve lideri de Çerkez Ethem’dir. Milli Mücadele’nin önemli isimlerinden Rahmi Apak hatıralarında Yeşil Ordu’dan bahsederken,[3] ne olduğunu bilmeden katıldığı Yeşil Ordu’yu anlatır; “Düşman, bütün Anadolu’yu istila edecek olursa ve bütün vuruşmalarda ölmeyip sağ kalacak olursak Kafkaslara kadar çekile çekile çarpışacaktık. Türk Müslüman efsanesindeki Kızıl Elma belki de bu idi. Oralara kadar çekildikten sonra ise Yeşil Ordu ile işbirliği etmek zaruri olacaktı. İtiraf edeyim ki, bu bizim için geride bir  destek ve kuvvet idi.”

Ankara ve Moskova’da
İslamcılar aynı dönemde
tasfiye ediliyor...
Ankara Hükümeti’nin müttefiki Sovyet Rusya’da da halk dayanışma içerisindedir. Rusya’da Müslümanlar inançlarıyla birlikte Bolşeviklerin yanındadır. Her iki bölgede; Anadolu’da ve Rusya’da, bütün milletlerin dayanışması emperyalist işgalcilerin defedilmesiyle son bulur. Rusya’da emperyalistler fiilen olmasa da yerel halk üzerinden bölgede kendini hissettirmiş uzun süren kanlı bir iç savaşa neden olmuşlardı. Bolşevikler, Lenin’in tezlerinden; “Milletlerin kendi kaderlerini kendileri belirleme hakkı”ndan doğan Rusya Müslümanlarına söz verdikleri İslam Devleti’nin kurulmasından yana değildir artık. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu, işgalci devletlerin kovulması bu topraklardaki Ümmet birliği sayesinde gerçekleşir. Her iki ülke de, cumhuriyetlerini kesinleştirdikten sonra garip bir hale bürünür. 1920’nin başından beri neredeyse aynı adımları beraber atan Türkiye ve Sovyet Rusya, rejimlerini resmileştirdikten sonra yine birlikte yürümeye devam eder. Rusya’da alınan herhangi bir kararın örneğini, aynı dönemde Türkiye’de de görmek pek ala mümkündü. Aynı anda ilk aldıkları resmi kararı belirtecek olursak; 16 Mart 1921’de Rusya ve İngiltere ticaret antlaşması imzalıyor, aynı gün, yani 16 Mart’ta da Türkiye ve Rusya arasında dostluk antlaşması imzalanıyor. Bu antlaşmalarla; Rusya, İngiltere ve Türkiye iç içe geçiyor, garip bir müttefiklik şekli alıyorlardı. 16 Mart’tan kısa bir süre sonra İngiltere, Türk-Yunan savaşında tarafsız olduğunu ilan etti. Halbuki daha bir yıl önce İngiltere, Anadolu’da yaşanılan savaşın İngiltere – Rusya savaşı olduğunu söylemişti. 1921’nin Nisan ayına tekrar dönecek olursak, Rusya’dan Anadolu Hareketi adına müthiş yardımların gelmesine öncü olan Enver Paşa’nın amcası Halil (Kut) Paşa Türkiye’ye sokulmadı. Ankara’nın tavrına direniş gösteren, Kûtül Amâre Zaferi’nin komutanı Halil (Kut) Paşa, hem hastalığından, hem de ailesine duyduğu özlemden dolayı kendi ısrarıyla kısa bir süre Trabzon’da kalır. Tacizlere dayanamaz, ailesiyle birlikte Anadolu’yu terk ederek tekrar Rusya’ya geçer.
Her şey bittikten sonra,  bu seferde Rusya beraber savaştıkları Müslümanları saf dışı etmeye başlar. 1924 yılına gelindiğinde, Moskova’da üst düzey yönetici olarak tek bir Müslüman kalmaz. Devrimin başlangıcında ve ardından gelen iç savaş sürecinde Müslüman kurmaylar Bolşeviklerle birlikteydi. O günler geride kalmıştır. Kızılordu adı altında Ruslardan meydana gelen askeri birlikler oluşturulurken, Müslümanlar da boş durmamış; Müslüman Kızılordu adıyla askeri birlikler kurmuşlardı. Elbette bütün bunların hepsi köprüyü geçene kadardı. Köprübaşı el değiştirir. Az evvel zikrettiğimiz gibi, 1924 yılında bir tek Müslüman dahi Sovyet Rusya’nın merkezi yönetiminde yoktur. Vaziyet böyle olunca Sovyet Rusya’da Müslümanlar muhalefete geçer.  Türkiye’de de Sovyet Rusya’da yaşanılan gelişmelerin benzeri yaşanır.
O dönem Türkiye’de muhalefet partisi kurulur. Bu, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’dır. Ülkenin yönetimi Cumhuriyet Halk Fırkası’ndadır. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın en önemli ilkesi ve özelliği dini inançlara duyduğu saygıydı. Dini duygulara sahip çıkılmasından dolayı fırka, yeni yönetim tarafından hoş karşılanmaz. Bu fırkanın kurulma düşüncesi 1924’ün ortalarında ortaya çıkar. Bütün bunlar yaşanırken Başbakan İsmet İnönü’dür ve Meclis’ten sıkıyönetim uygulama kararının çıkmasını istemektedir. İnönü’ye göre, ortalık “dinci” ve “gerici” kaynıyor ve sıkıyönetim şarttır. Aynı dönem, Rusya’da da dine bakışın farklı olmadığını görüyoruz. Hatta, Bolşevik lideri Lenin’in eşi kütüphanelerden bütün dini kitapların kaldırılması talimatını verir.

Ve Takrir-i Sükun dönemi
4 Mart’ta Meclis’ten Takrir-i Sükun Kanunu geçer. Bu, Huzurun Sağlanması Kanunu’dur. İnönü’nün çok istediği sıkıyönetim uygulama kararı artık elindedir. Hükümet artık istediğini kimseye hesap vermeden yapacaktır. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kapatılır. Takrir-i Sükun Kanunu’nun uygulandığı yıllar Cumhuriyet’in dönüm noktasıdır. İlk uygulama süresi iki yıldır. 1927’de süre iki yıl daha uzatılır. Takrir-i Sükûn Kanunu ile meşhur İstiklal Mahkemeleri kurulur. Türkiye keyfi uygulamalara şahitlik eder. Mahkeme üyeleri, ellerindeki yetkilerle Mahkemelerde alelacele kararlar verilir, bazı idamlar da gerçekleşir. Hatta şapka kanuna muhalefetten Erzurum’da, Şalcı Şöhret Bacı isimli bir kadın bile idam edilir. Kadın olduğu için de başına çuval geçirirler. İstiklal Mahkemeleri’nden çıkan kararlarla yüzlerce kişi idam edilir.

Muhalif basın kapatılır
Yeni cumhuriyet  bu kararları uygularken, muhalif medya da susturulduğu için idam kararlarıyla ilgili hiç bir eleştiri ve yazısı göremeyiz. Kapatılan yayınların arasında Sebîlürreşad da vardır. İslami ve sol yayınların hepsi susturulur. Bunlardan bazıları; Tevhidi Efkar, Tanin, Vatan, Bursa’da Son Yoldaş, Halkın Sesi, İkdam, Toksöz, Son Telgraf, İstiklal, Aydınlık, Orak Çekiç, Resimli Ay.
Dönemin birçok gazetecisi ve yazarı gibi Sebîlürreşad’dan Eşref Edib Bey’de Mart ayında tutuklanır. Aylarca İstiklal Mahkemeleri’nde yargılanır. Sebîlürreşad’ı yayınlamamak şartıyla aynı yılın Eylül ayında serbest bırakılır.

Mehmet Âkif Mısır’a gider
Ülkede olan biten bu ideolojik uygulamalar, en çok İstiklal Marşı’mızın yazarı, Sebîlürreşad’ın başmuharriri Mehmet Âkif Ersoy’un da 1925’in sonlarına doğru Mısır’a gitmesine neden olmuştur. Türkiye’de dengeler değişir. Osmanlı’nın dağılmasının ardından ülke ikinci bir şoka daha girmiştir. 4 yıl boyunca, 1925’ten 1929’a kadar Türkiye’de tek seslilik hâkim olur. Soru sormak, sesli düşünmek yasaktır yine bu yıllarda. Okuyacak kitaplar, gazeteler ve dergiler yoktur. Hâkimiyet-i Milliye yayına devam eder. Gazetede tiraj patlaması da olmaz. Türkiye’nin 4 yılı çalınır. Düşünceler alt üst olur. Türkiye Cumhuriyeti’nin en karanlık dönemi Takrir-i Sükûn Kanunu’nun uygulandığı yıllardır. Toplum sindirilir. Devlete karşı kimse sorgulama yapamaz. Kanun’un uygulamasının bitiminden üç yıl sonra, yani 1932’de Türkçe ibadet projesi kapsamında ezan Türkçe okunur. Sindirilmiş toplum buna da ses çıkaramaz. Toplum uyuşmuştur. Din kelimesini ağzına alanların ne hale geldiğini görmüşlerdir. Sadece İslam düşüncesi değil, sosyalist düşünce de yasaklıdır bu yıllar. Moskova’nın verdiği talimat şu idi; Bolşevizm sadece Rusya’dadır. Hem İngiltere’ye söz vermişti Bolşevikler; Müslüman ülkelerde sosyalizm olmayacak, hiçbir üçüncü dünya ülkesinde İngiltere karşıtı gösterilere destek vermeyeceklerdir. Ankara’nın o dönemki siyasetini ustaca ve zekice bulan şahsiyetler de vardır. Takrir-i Sükûn Kanunu’nun uygulandığı yıllarda, Türkiye’de en büyük gelişmelerden biri harf inkılabıdır. 1922’nin son günlerinde Sovyet Sosyalistler Cumhuriyetler Birliği (SSCB) adını alan Rusya’da da aynı dönemde yaşanan en önemli gelişme de harf inkılabıdır. Yine o dönem, Rusya’da Müslümanlar “milliyetçi sapma ve İslamcılık”la suçlanırken, bunun benzeri Türkiye’de de yaşanır. Takrir-i Sükun Kanunu sadece “gazetelerin ve dergilerin kapatılması” değildir. Kanun uygulamaya konulduğunda, Sovyet Rusya’da da “Büyük Tasfiye” dönemi başlar. Her iki ülkede de geçmiş ile bağ koparılır. Rusya’da yeni bir “Sovyet Vatandaşı” imal edilirken, Türkiye’de yeni bir “Türk Vatandaşı” imalatına girişilir. Yine her iki ülkede tarih yeniden yazılırken, İslam yeniden yorumlanır. Takrir-i Sükûn deyip geçmemek lazım, esasında tarihin yeniden yazılma süreci idi. Bir olayla ilgili olarak, yaptığımız kısa bir tarih gezintisi bizim bugünümüzü ve yarınımızı aydınlatması açısından önemlidir. Bizim tarihe hizmetimizin, tarihin yaşama hizmet ettiği ölçüde olduğu yönünde yapılan açıklamayla tarihe bambaşka bir anlam kazandırılmıştır. Tarih bilmenin, muhakeme gücünü artırmasına, olaylar arasında bağlantı kurabilme yetisini kazandırmasına, böylelikle olayların ve buna bağlı olarak gelişmelerin daha kolay tahlil edilerek daha sahih sonuçlara ulaşılmasına yardımcı olacağı açıktır.[4] Tarihin, ütopik bir dünya; bir masal, bir mitoloji dünyası olmanın ötesinde, görmek isteyenin görebileceği reel bir dünya olarak görülmesi durumunda anlatmaya çalıştığımız bu tarihi vakanın bir anlamı olacağı şüphesizdir.

Mehmet Poyraz - mehmetpoyraz01@gmail.com


Sebîlürreşad Dergisi, Sayı: 1027, Nisan 2018, S:20-21




[1]-Karabekir, Kazım. İstiklal Harbimiz, Türkiye Yayınevi, 1960, S:440
[2]-Dinç, Mehmet Emin. Kûtü’l Amâre’nin Muzaffer Komutanı - Halil Kut Paşa, Kronik Yayınları, İstanbul,   1.Baskı, Aralık 2017, S:144
[3]-Apak, Rahmi. Yetmişlik Bir Subayın Hatıraları, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1988, S:212

[4]-Duran, Nizameddin. Nietzche’de Toplumsal Tahayyül – Din, Tanrı, Üst İnsan, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara Üniversitesi Sos.Bil.Ens. İlahiyat Fak. 2017, S:16-17


Edebiyatta istiklâl


Milli Mücadele’nin başlıca isimleri arasında haklı olarak yerini alan Milli Şairimiz Mehmet Âkif Ersoy, gerçek manada gazetecilik yaptığı Sebîlürreşad’da kaleme aldığı şiirlerle de ümmet tarafından kendisine İslâm şairi unvanı da verilmişti. Mehmet Âkif’in Milli Mücadele’ye destek amaçlı bizzat Mustafa Kemal tarafından Ankara’ya davet edilmesinin ardından ivedilikle yola çıkmış, Anadolu’daki kurtuluş hareketinin ve dönemin Büyük Millet Meclisi’nin resmi yayın organı Hakimiyet-i Milliye tarafından da “Büyük İslâm Şairi” başlığı ile şehirde olduğu ahaliye duyurulmuştu. Âkif’in, İslâm şairi unvanını almasında mükemmel bir edebiyatçı oluşunun payı büyüktür.
Ümmeti ve vatanı için taşıdığı kaygılarla kendisini kusursuz şekilde yetiştirirken, doğal olarak ta karşımıza Doğucu bir Âkif’te çıkmakta. Yazılarında, vaazlarında, dost meclislerinde ve şiirlerinde Batı’nın ürettiği olumsuzlukları değerlendirirken kullandığı edebiyat dili önemlidir. Bize miras kalan yalnızca İslâmcılığı, vatanseverliği, yaşam tarzı ve Doğuculuğu değildir. Edebi eserleri ve edebi şahsiyetidir.
Oryantalistlerden kurtulmak adına çaba gösterdiğimiz bugünlerde, gizli bir şekilde, içten içe, hiçte huylandırmadan ve giderek artan bir tehlike ile karşı karşıyayız. Adı tam olarak konulmamış bu tehlikenin virüsleri öyle bir şekilde yayılıyor ki; uyguladığı taktik davranış psikolojisinden ibaret.
Tehlikeli virüsün ne olduğuna gelince, bunlar; Batı destekli yetiştirilen edebiyatçılardır. Çoğunluğu Türkiye’yi terk etmiş olan bu edebiyatçılar, gelecekte sorunlar teşkil edeceği aşikardır. Sadece yurtdışındakiler değil, içimizde yaşayanlarda aynı oranda tehlikelidir.
Başta insan hakları olmak üzere, ardından yazarlığından ve edebiyatçılığından dem vurularak, “edebiyat ayrı, siyaset ayrı” kurgusundan da yola çıkılarak, Batı’nın güdümündeki bu insanlar şaşılacak şekilde masum gösterilmektedir. Tuhaf şekilde, bu tarz yaklaşım şekli Doğu ülkelerinde daha çok görülmeye, gösterilmeye çalışılmaktadır.
Siz hiç, vatansever bir Doğucunun Batı’da el üstünde tutulduğunu işittiniz mi?
Türkiye’de ve İslâm ülkelerinde, “İstiklâl” adına edebiyatçılara da çok önemli görevler düşüyor. Yukarıda izah etmeye çalıştığımız Batı’nın oyunlarına gelmeyecek edebiyatçıların da olduğunu düşünmek bile bizi rahatlatmaya yetiyor.

MEHMET POYRAZ - SEBÎLÜRREŞAD DERGİSİ MART 2018  SAYI: 1026 S:41

17 Şubat 2018 Cumartesi

II.Abdulhamid ve İttihat -Terakki’nin 1908 ihtilali


Vefatının 100.yıldönümünde rahmetle yâd ettiğimiz II.Abdulhamid, halkını ve ümmetini düşünmemiş olsaydı, çok kanlı biçimde İttihat ve Terakki’nin meşrutiyet isteklerini geri çevirir, ardından 31 Mart Olayı hiç yaşanmazdı.

Batı’nın Jön Türkler dediği, bir devrin bitişini ateşleyen, İttihat ve Terakki’nin dayatmasıyla, II. Abdulhamid’in baskılara ve çıkan olaylara dayanamayıp 1908 yılında ilan ettiği II. Meşrutiyet esasında bir ihtilaldi. Dünyadaki ilk sosyalist devrimin gerçekleştiği Paris caddelerinde kaytan bıyıklarını bükerek dolaşan, o ara İstanbul’da olmayan, şehrin bayağı sosyal(!) mekanlarında, kafelerinde ayak ayaküstüne atıp, kendilerine göre; yeni modern fikirlerin ve entelektüel yazıların, esasında oryantalist cümlelerin olduğu Fransızca gazete ve dergilerden beslenen Osmanlı’nın bu genç beyleri, 1908’de, ileride imparatorluğu parçalayacak olan bir devrime imza atmışlardır.
Halbuki, devrimler bütünleyici mahiyetler taşır. Bu konuda genel kanı budur. Dünya ölçeğinde ele alırsak, devrimler, yani ihtilaller bütünleyici kaygılardan dolayı ortaya çıkmıştır. İttihat ve Terakki üyesi Osmanlı›nın gençleri, Paris caddelerini aşındıracaklarına, kafelerinde gazete–dergi okuyup aslında; atalarının Avrupa’ya kuşatmadan sonra bıraktığı, ardından yaşadığı dönüşümle Batı kültürünün en başlarında yer alan kahvesinden yudumlayacağına, Fransa’nın kırsalında dolaşıp köylülerle tanışsalardı, kenar mahallelerdeki işçilerle sohbet etmiş olsalardı, Osmanlı’nın kaderiyle oynamamış olurlardı. Yine Osmanlı’nın bu gençlerinin, en azından, 1789’da başlayan ve 10 yıl kadar süren kanlı Fransa devrimini, sonrasında Sovyet Rusya’ya ilham verecek olan, 1871’de Paris’te iki ay iktidarda kalabilen yerel sosyalist hükümetini iyi okumuş olsalardı, muhtemelen düzene karşı gelme düşüncelerinde olumlu yönde bir değişiklik meydana gelebilirdi. 1908’den onlarca yıl önce, Fransa’da komünist tarzda yönetim biçimi ortaya çıkmış, dönemin rejimi bunu çok kanlı da olsa engellemişti. Devrin en güçlü sömürge devletlerinden olan Fransa’dan her türlü beslenen İttihat ve Terakki’nin, Batı’daki şarkiyatçıların, oryantalistlerin ürünü olduğunu iddia edecek olursak, bu konuda yanılma payımız çok düşüktür. 110 yıl önce meydana gelen, Batı’nın güzellemeleriyle; Genç Türkler’in, Genç Osmanlılar’ın büyük başarısı olarak gösterilen II. Meşrutiyet, yinelemek gerekirse, bir devrim, bir ihtilaldi. Bu, Batı’nın eliyle değil, elinin yanmaması adına maşa ile gerçekleşmiştir. İçinde bulunduğumuz Şubat ayı itibariyle, vefatının 100.yıldönümünde II. Abdulhamid’i rahmetle yâd ederken, kendisiyle ilgili geçmişe dönük şu kurguyu da yapalım. II. Abdulhamid isteseydi eğer, aynı Fransızlar gibi, Batı’nın tabiriyle Jön Türkler’in 1908’deki isteklerini bunun yanı sıra İttihat ve Terakki’yi de çok kanlı biçimde yok edebilirdi. Padişah bunu yapsaydı, İngilizler’in eliyle yine İttihat ve Terakki üzerinden gerçekleşen 31 Mart Olayı hiç yaşanmayacaktı belki. II. Abdulhamid, din ve ırk ayrımı yapmadan Osmanlı halkını düşünen bir liderdi. Esasen bizim, dönemin şartlarını da iyi okumamız gerekiyor. Batı her taraftan kuşatmış, Çukurova’da İngilizler, Ermeniler’i kışkırtarak meydanlara sürmüş, Akdeniz’de ABD gemisi dolaşmakta ve Adana Karataş açıklarında müdahale için hazır beklemekte. Daha bir sürü hadise. Osmanlı’nın son günlerini hüzünle seyredip, 10 Şubat 1918’de İstanbul’da vefat eden II. Abdulhamid’den geriye bize en önemli miras olarak, “Batı’yı okuyup anlama ve İttihad-ı İslam” kalmıştır. İttihat ve Terakki’nin, Almanya ve Sovyet Rusya ilişkilerini, Sebîlürreşad Genel Yayın Yönetmeni Fatih Bayhan ile birlikte hazırladığımız, Sultan Galiyev’in hayatını ve İslamcılığını anlatmaya çalıştığımız, önümüzdeki günlerde okuruyla buluşacak olan kitabımızda bulabilirsiniz. Kitapta, Mustafa Kemal Paşa’dan Mehmet Âkif’e, Enver Paşa’dan Abdürreşid İbrahim’e, Halil Paşa’dan Mustafa Suphi’ye, Irak Cephesi’nden Bakü’ye, Kırım’dan Ankara’ya, İstanbul’dan Kazan’a, Sebîlürreşad’dan Hakimiyet-i Milliye gazetesine kadar pek çok ilginç bilgiler de yer almaktadır.

Mehmet Poyraz - mehmetpoyraz01@gmail.com

Sebîlürreşad Dergisi, Sayı: 1025, Şubat 2018, S:42

9 Ocak 2018 Salı

Mehmet Âkif ve Rusya Müslümanları - 2

“İnsan dini okuldan almaz, büyüdükten sonra, düşüncesi güçlendikten sonra din hakkında fikir edinir.” Lehistan Müslümanı, çıldırma noktasına gelir bu cevaptan sonra...


1910 yılının Eylül ayında, Lehistan Müslümanları’ndan zengin bir şahıs, İstanbul’a gelir. Hem oğlunun iyi bir eğitim alması hem de iş yapmak amacıyla şehre gelir ve şehirde okul arayışına girer.
Aradığı okulda ilim ve fen eğitimlerinin kaliteli olmasını isterken bir şartı da vardır: Çocuğunu vereceği okulda dini eğitim almasını da ister. Hem de mükemmel şekilde. Oğlunun iyi bir Müslüman olmasını arzulamaktadır.

Aslında, oğlunu Lehistan veya Rusya’da da gayet güzel bir şekilde okutabilirdi. İlim ve fen alanında kaliteli tahsil yapabilirdi. Yapabilirdi yapmasına ama oğlu iyi bir Müslüman olamazdı. O dönem Ruslaştırma politikasına oğlunun maruz kalmasını istemeyen baba bu bilinç ve gayeyle, İstanbul’a evladını da getirir.
Önce Mekteb-i Sultânî’ye gider baba. Derdini, amacını dili döndüğü kadar anlatmış ve dermanını istemiş. Okul yetkilileri Lehistanlı’ya doğru dürüst cevap verememiş. Okulun bilgileri, mealen burada dercesine, eline Fransızca broşürü tutuşturup yollamışlar. İlgisizliğe içerlenen babada hayal kırıklığı!..

‘Vardır elbette koca şehirde başka okul’ deyip arayışına devam etmiş. Robert Koleji’ne gelmiş. Yanında bir tercüman, hem okulu geziyor hem de görevliden bilgiler alıyor.

Gezerken mabede benzeyen bir mekan görüyor ve soruyor;
-Burası nedir?
-Kilisedir. Şu kürsüye her hafta bir protestan papazı çıkarak öğrencilere vaaz verir.
-Vaazı dinlemek mecburi midir?
-Evet, bütün öğrencilere mecburidir.
-Pekâlâ. Talebe içinde Müslüman yok mudur?
-Seksen kişi var.
-Müslüman çocukları protestan papazın yanında bulunsunlar. Hem de mecburen bulunsunlar. Rusya mektepleri buradan çok iyiymiş. Onlar Müslüman talebeyi papazların verdiği vaazda, din derslerinde hazır bulundurmak şöyle dursun, öğrenci girmek istese de mani olurlar.
Daha sonra adamcağız, kendisiyle ilgilenen kişiye; “Okul idaresinde bir Türk olsa da anlaşsak” der.

Kibar bir Türk beyefendiye götürmüşler Lehistanlı’yı.
Baba, papaz ve vaaz olayını sormuş, sorgulamış. Türk, cevap vermiş. Okulun kaliteli olduğundan bahsedip, papazın vaazından ürkmemesi gerektiğini söylerken şunu da eklemiş; “İnsan dini okuldan almaz, büyüdükten sonra, düşüncesi güçlendikten sonra din hakkında fikir edinir.” Lehistan Müslümanı, çıldırma noktasına gelir bu cevaptan sonra. Ama yılmaz. Okul aramaya devam eder.

Başından geçenleri;  sizlere de kısaca aktarmaya çalıştığım yukarıdaki hikayeyi Yusuf Akçura’ya anlatır. Bir akşam, dost meclisinde Yusuf Akçura, bu babanın hikayesini Mehmet Âkif’e anlatır.

Mehmet Âkif, 29 Eylül 1910 tarihli Sırâtımüstakim dergisinde, Hasbihal köşesinde, “Evvelki akşam muhterem arkadaşım Akçura Yusuf Bey şöyle bir vak’a hikaye etti:” giriş cümlesinden sonra Lehistanlının hikayesine yer verir. Âkif yazısını şöyle bitirir; “Müslüman çocuğuna, Rusya’daki gibi ilim ve fen öğretecek, hem de sağlam bir Müslüman terbiyesi verecek bir okul kimin aklına gelirse lütfen bize bildirsin!”

Âkif’in bu yazısının yer aldığı Sırâtımüstakim’in 108 sayılı nüshası hakkında, aynı günlerde, İstanbul’daki Rus elçiliğinden Rusya’ya bir rapor gönderilir.[1]  Raporda, Rusya Müslümanlarıyla ilintili olduğu bilinen Sırâtımüstakim’de yer alan bazı yazıların, Türkistan bölgesinin yanı sıra, Rusya’daki diğer Müslümanlara yönelik olduğu ifade edilir.

Sadece 108 sayılı nüsha değil, Sırâtımüstakim’in bütün sayıları Rusya adına sakıncalıdır raporda. Rusya hakkındaki bütün olumsuz cümleler raporda yer bulurken, Âkif’in, misal yoluyla olumlu yer verdiği satırlar raporda yer almaz. Sırâtımüstakim’de yer alan, Buhara ve Hive Hanlığı’nın birleşip Rusya’nın vilayeti olacağı yönündeki haber Çarlık Rusya’sını oldukça rahatsız eder.
Bölgeden diğer bir isimle yazımızı sonlandıralım.

Mir Said Sultan Galiyev
Sırâtımüstakim/Sebîlürreşad’a Rusya’dan yazan Müslümanların neredeyse tamamının Sultan Galiyev ile olumlu veya olumsuz bir şekilde ilişkisi vardı. 28 Ocak’ta katledilişinin yıl dönümünde rahmetle andığımız Sultan Galiyev’in hangi yılda öldürüldüğü kesin olarak bilinmemektedir.
Kimi iddialar; 1928,1938,1940 yıllarıdır.
Sultan Galiyev’e, Sebîlürreşad’dan en yakın olarak karşımıza bir isim çıkmakta. Bu Ethem Nejat’tır.
Sultan Galiyev’in yardımcısı Mustafa Suphi’dir. Mustafa Suphi’nin yardımcısı da Ethem Nejat’tır.
Sebîlürreşad’ın bu sayısında “Amerika Müslümanları” başlığıyla yer verdiği Ethem Nejat’ın yazısında kendisinin İslamcı bir çizgide olduğunu görmekteyiz. Bu ve diğer yazılarında tebliğler kaleme alan Ethem Nejat’ın bu yönü fazla bilinmemektedir. Mustafa Suphi, Ethem Nejat ve diğer 13 arkadaşı 28 Ocak 1921 tarihinde Karadeniz’de bir takada hunharca öldürüldü, bedenleri parçalanarak denize atıldı.

Rastlantıya bakın ki; Sultan Galiyev ile ölüm tarihleri aynı. Sadece yılı farklı.
Daha çok milliyetçi, komünist ve turancı sosyalist olarak tanıtılan Sultan Galiyev’in İslamcı olduğu yıllar boyu hep gizlendi.
Halbuki Galiyev ile alakalı belgeler incelendiğinde İslamcı olduğunu gayet net şekilde görmekteyiz.
Hatta hakkında ilk ve en çok yazanlar bile şunu söyledi; “Galiyev İslamcı olduğu halde, garip bir paradoksla Türkiye’de kendisini ya milliyetçi yaptılar, ya da komünist.”

Sultan Galiyev’in yanlış tanıtılmasına şu görüş açıklık getirmektedir;
“Günümüzde onun İslamiyetin maneviyattan arındırılması ve Marksizm ile Müslüman dininin birlikte var olabileceklerine ilişkin karışık ve puslu düşüncelerini bilmezlikten gelmek yeğlenmektedir.[2]

Daha önce de dediğimiz gibi, Galiyev’i ilk kaleme alanlar Ümmetçi olduğunu da yazar;
“Sultan Galiyev hiçbir zaman alenen dinden çıktığını veya müminler cemaatinden çıkmak istediğini söylemiş değildir. Yaşamı boyunca olduğu gibi ölümünden bunca yıl sonra da hâlâ Ümmet’in bütün haklarına sahip olan bir mensubudur.”[3]

Sebîlürreşad Dergisi, Ocak 2018, Cild: 42 Sayı: 1024, S:44,45

Mehmet Âkif ve Rusya Müslümanları – 1





[1]-“Rusya’nın İstanbul Büyükelçiliği’nin II.Abdülhamid Dönemindeki Pan –İslamizm Hareketleri ile İlgili Bir Raporu”, Çeviren: Ahmed Niyazov – Nariman Hasanov, KTÜİFD, C:3 Sayı:2 Güz 2016, S: 195 - 211

[2] - A. Bennigsen – C.L.Quelquejay, Sultan Galiyev - Üçüncü Dünyacı Devrimin Babası, Sosyalist Yayınlar, 1995, İstanbul, S: 208 - 209     

[3] - a.g.e