8 Temmuz 2017 Cumartesi

Ruzi Nazar 15 Temmuz’da yoktu..!

SSCB Fergana’sında dünyaya geldi, Kızılordu üniformasıyla Nazilere karşı savaştı, esaret sonrası Nazi üniformasıyla Kızılordu’ya. Ardından CIA elbisesiyle 12 yıl süren Türkiye günlerini yaşadı

15 Temmuz günü akşama doğru eve giderken, birkaç tane askeri araç görmüştüm. Hafızamda hiç de olumlu bir algı bırakmayan bu manzara aklıma takılmıştı. O an düşünmüş, kendi kendime “Ne olabilir ki?” demiştim. Evime vardığımda saat 21’i geçiyordu. Yolda gelirken gördüğüm askeri araçlar aklımdan çıkmıyordu. Sosyal medya hesabıma giriş yaparak “bir şeyler” aramaya başladım. Günümüzde, merak ettiğimiz bütün bilgilere en fazla bir dakikada ulaşabiliyoruz. 

Daha sağlıklı, daha güvenli bilgi elde etmek bir saatimizi alıyor kimi zaman. Adını o an koyamadığım “bir şeylerin” ilk belirtisi sosyal medyada karşıma çıkıverdi. Bir paylaşım okudum; “Boğaziçi köprüsü askerler tarafından trafiğe kapatıldı!” 

Televizyon kapalıydı. O paylaşımın ardından televizyonu açtım, gözlerim “son dakika” diye yanıp yanıp sönen, hareket eden o haber başlığını aradı. Eve geç geldiğimden dolayı daha yemek yememiştim. Bizde sofra her zaman mutfakta kurulur. 

Televizyon kanallarında boyuna tarama yaparken mutfaktan ses geldi; Yemek hazır. “Hayır” dedim, “Salonda yiyeceğim” ve ekledim; “ Tuhaf şeyler oluyor.” Salondaki sehpaya sofra kurulurken TV’den o beklediğim “son dakika” spotu geçti; “Boğaziçi köprüsü askerler tarafından trafiğe kapatıldı. Nedeni bilinmiyor.” Bu cümleden sonra ev ahalisine dönüp aynen şunu söyledim;“Hazırlıklı olun her şeye. Savaş hali var sanki. Askerlerin ne işi olabilir ki köprüde?” 
Evdekiler şaşkın şekilde bana baktılar.  Şunu kesinlikle belirtmek isterim ki; 15 Temmuz’da, o hain gecede, kalkışmanın ilk belirtileri olurken, darbe girişimi olduğu hiç aklıma bile gelmedi. İlk anlarda aklıma gelen, bu güzel ülkem, Türkiye’ye karşı savaş başlatıldığıydı. 
İlk anlarda bilinen darbe belirtilerinin hiçbiri ile bunların yaptıkları uyuşmuyordu. 15 Temmuz’da duyduğum ilk saldırı haberi yine sosyal medyadan gelmişti; “MİT binasına helikopterden ateş açtılar.” Bu saldırıdan sonra bile aklıma gelmedi FETÖ’cülerin darbe/işgal girişiminde bulundukları. Nedenine gelince; Türkiye artık eski Türkiye değil, bütün siyasi görüşler darbe karşıtı söylemleriyle biliniyor. Halk desen yine öyle. Kimse askeri yönetimi, darbeyi kabullenmiyor, istemiyor. 
Bu duygu ve düşüncelerle, o anlarda darbe girişimi olacağı aklıma bile gelmedi o anlar. Bir süre sonra ne tür bir gece olduğunu anlamıştık. Sözde darbe oluyordu bu gece. 

Darbe girişimine/kalkışmasına gelince… Bana kalırsa bu “darbe/kalkışma” girişimi değildi. Yaşadığımız güzel ülkemiz “İŞGAL ve PARÇALAMA” girişimiydi. Evim Ankara’nın Eskişehir yolunda. Gökyüzünün karanlığından, uçak ve helikopter sesleri gelmekteydi. Ankara Emniyet Müdürlüğü’ne ve Gölbaşı’nda bulunan Özel Hareket’e yapılan hain saldırılar sonrası netleşmişti ülkenin geldiği durum. 


Terör örgütü FETÖ mensubu bir kısım asker, akılları sıra Türkiye’nin yönetimine el koymaya çalışıyorlardı. Sadece yönetimi ele geçirmek bir yana, daha da kötüsü ABD’den yollanan planlar gereği ülkeyi böleceklerdi. 


Sınırlar açılmış, diğer bir terör örgütü PKK’ya talimat verilmişti; “askerlere ateş açmayın” diye. 

Belli başlı havaalanları, deniz limanları bile hazırlanmış Batı’nın askerlerine. Bahaneleri de önceden belli; “insani yardım”! Irak’a getirilmek istenen demokrasi gibi... Ya sonra? Allah muhafaza… Milletin dediği oldu. 
Yönetim, özgür ve sivil iradenindir. Her darbe döneminde alkışlarla askerleri karşılayan millet, bu sefer, taşla, sopayla, hatta süpürgeyle bunları defetti. 
Kimileri de canlarını ortaya koyarak şehit oldular. Millet, Çanakkale’de, Kurtuluş Savaşı’nda gösterdiği cesaretin aynısını 15 Temmuz’da yeniden göstermiştir. Ne Batı, ne de FETÖ, milletin bu cesareti göstereceğini hesaba katmamıştır. Telefonla ve sosyal medya üzerinden eş dostla haberleşmeye başladık. 

O gece ilk anlarda telefonlaştığım isimlerin başında Fatih Bayhan da geliyordu. Çok kısa bir görüşmeydi ama ne yapmamız gerektiği konusunda gayet nettik. Aradım; “Darbe mi oluyor?” diye sordum. “Evet kardeş, öyleymiş, darbe oluyormuş” dedi. “Şimdi ne yapacağız, ne yapmamız gerekiyor?” diye ikinci soruyu yönelttim. “Şimdi darbe olacak ve biz bunu TV’den mi seyredeceğiz?” diyordu Fatih Bayhan. Haklıydı. TV’den mi seyredecektik. Seyretmedik birçok insan gibi. 


15 Temmuz gecesi milletin kahir ekseriyeti meydanlara, caddelere FETÖ’cü askerleri kovmak için koşarken, diğer bir kesim de, marketlere stok için koşuyordu. 

Gecenin ikinci büyük utancı budur aslında. Birinci utancı zaten biliyorsunuz, bu vatanın ekmeğiyle suyuyla palazlanan FETÖ! Marketlere koşanları görünce, içim burkuldu, utandım. Bu kadar ucuz mu, vatan, demokrasi ve cumhuriyet? 

Kudüs’ün Haçlı orduları tarafından işgal tarihi olan 15 Temmuz 1099’un yıl dönümüne bilinçli olarak denk getirilen  15 Temmuz gecesine ait bir çok hikaye ve kahramanlık destanları var ki; yüzlerce, binlerce sayfa yazılsa yine de yetmez. 


Dünyada eşi benzeri görülmemiş bir direniş sergileyen milletin bu zaferi, Yaradan evreni var ettiği sürece daima konuşulacaktır. Devletin, milletin televizyonuna silahlı baskın düzenleyen FETÖ’cüler namluyu gösterip isteklerinin yerine getirilmesini istediler. İstekleri de, uyduruk bir bildirinin okunması. Bari bir de Hasan Mutlucan’dan türküler isteseydiler. TRT’de bildiri okunurken, daha ilk anlarda babamı aradım. “Selamünaleyküm, nasılsın baba?”, dedim. “Aleykümselam oğlum oturuyoruz evin önünde. Suriyeliler var sohbet ediyoruz, çay içiyoruz. Adana yine bildiğin gibi sıcak. Ankara nasıl oğlum, çocuklar nasıl?”, dedi. Anlamıştım babamın bir şeyden haberi yoktu daha. 


Babama darbe/kalkışma olduğunu hemen söyleyemedim. Çukurova sıcağına rağmen mutluydu. Evinde Suriyeli mülteciler oturur. Hem onların, hem de bütün mahallede yaşayan Suriyelilerin gönüllü tercümanıdır babam. Biz Türkmeniz, ama babam daha önce  (ergenlik ve gençlik dönemi)  yaşadığı Nusaybin’de öğrenmişti Arapçayı. Suriye Arapçası farklıydı biraz, onu da mülteciler sayesinde geliştirmişti. Daha önce darbeleri görmüş olan babama, bu gecenin nasıl bir gece olduğunu telefonda bir şekilde anlattım. Babamdan gelen tepki sertti; “Darbe olamaz!” deyiverdi. Babam haklıydı, darbe olamazdı artık Türkiye’de. Fakat basbayağı terör örgütü FETÖ mensupları bunu yapmaya çalışıyordu. Babam telefonda devam etti, “Hangi Türkiye’de, hangi çağda yaşıyoruz, kim destek verir darbeye?” Ardından bana hesap sorar gibi darbenin olamayacağını, kimsenin bu işe girişemeyeceğini anlattı. Televizyonu açmasını söyledim. Daha sonra annemle, evdekilerle selamlaştık, helalleştik, birbirimizi Allah’a emanet ederek telefonu kapattık. Babamın o cümlesi aklıma kazındı. Bu FETÖ mensuplarına kim destek verirdi ki? 

15 Temmuz gecesi ve sonraki günlerde, birinci sene-i devriyesine geldiğimiz bugünlerde bu destek konusu hep gündemde oldu. Gözaltına alınanlara, tutuklananlara bakıyoruz. Yan yana gelmeyecek isimler var. 


Ve bu ilişkiler ispatlanıyor, deliller ortaya konuyor. Müslümanların iman kimyasıyla oynayan, inanca zarar veren, Batı’nın, Haçlıların piyonu FETÖ ve mensuplarına her kim destek veriyor, katkı sunuyorsa bir an önce yakalanması, yargılanması ve bunun sürüncemede bırakılmaması dileğimizdir. Bilgi kirliliğinin önüne geçilmeli ve gereken yapılmalıdır. Bilgi kirliliği derken, yaşanan hadiseyi, bilerek veya bilmeyerek sulandıran, yönünü çevirmeye çalışan fikirler tüm siyasi görüşlerde mevcut. 


15 Temmuz’un ve FETÖ’nün karşısına siyasi kimlikle çıkmamalıyız. Müslüman kimliğimizle çıkarak, bunların ve Batı’nın karşısında dik durmalıyız. Tanrı Dağları arkamızda, cephemizde Hıra Mağarası. Tüm dünyada Müslüman eşittir; Türk, Türk eşittir; Müslüman olarak bilinir. İstediği kadar kişi ateist veya Marksist olsun, Türkiye’de yaşıyorsa Müslümandır. 
Daha ötesi ve başkaca açıklaması yok. Özellikle bu coğrafyada, İslamiyet farklı bir hale getirilmeye çalışılıyor. Muhalefetlik ve muhaliflik adına çıkış yaparak, bilerek/bilmeyerek Batı’ya hizmet eden çevrelerin bu ruh hallerinden bir an önce kurtulmaları gerekmektedir. 

Geçmişte, yine, bilerek/bilmeyerek Batı’ya hizmet edenler olmuştur. Bu hizmet edenlerin önemli bir bölümü Ruzi Nazar etrafında toplanmıştır. Kimdir bu Nazar? Çok ilginç ve sıra dışı bir hayatı var. Ezcümle anlatmaya çalışacağım. Özbekistan’ın Fergana bölgesinde 1918 yılında dünyaya gelen Ruzi Nazar, 2. Dünya Savaşı’nda ülkesinin bağlı bulunduğu Sovyetler Birliği ordusunda silah altına alınır. 


Nazilere karşı yapılan savaşta Alman cephesinde esir düşer. Esareti esnasında Almanya tarafından SSCB’ye karşı kurulan Türkistan Lejyonu’nda aktif olarak yer alır. Savaş sonrası Almanya’da, eski ABD başkanlarından Roosevelt’in CIA uzmanı olan oğlu ile tanışır. Amerika’ya gider, bu ülkede çalışır ve ajanlık eğitimi alır. Yine Roosevelt’in çocukları sayesinde CIA kadrosuna alınır. 1959 yılından itibaren 12 yıl Türkiye’de yaşayan Nazar, Almanya ve ABD’de de ikamet etti. 

2010 yılında Manavgat’a gelip yerleşen Ruzi Nazar, 30 Nisan 2015 tarihinde 98 yaşında Fethiye’de vefat etti. ABD belgelerine göre adı Rusi Nasar ve bu ülkenin vatandaşı; nüfusa kayıtlı olduğu ülke ise anavatanı Özbekistan’dır. Türkiye’de gerçekleşen bütün darbelerin hemen yanı başında oldu. 12 Eylül darbesini aylar önce yakın çevresine söyledi, tedbir almalarını istedi. Türkeş’ten Demirel’e, Özal’a kadar önemli siyasi isimlerle görüşmüşlüğü vardı. Çok yakın çevresi incelendiğinde FETÖ’ye kadar ulaşmanız ihtimaldir. 40 yılı aşkın süre Türkiye’yi dizayn eden CIA’nın ajanı olan Ruzi Nazar’a görevinin ne olduğu sorulduğunda verdiği cevap hep aynıdır; “SSCB’ye karşı, komünizme karşı mücadele ettim.” 


Doğrudur, Türkiye’yi merkezine alarak; milli komünizmi savunan BAAS’çılara karşı da savaşmıştır. BAAS’çıların etkin olduğu Arap ülkelerinde Ruzi Nazar’ın izlerine rastlamak mümkündür. Türkiye’nin kaderiyle de oynadı diyebileceğimiz Ruzi Nazar, arşivlere girdiğimiz de adeta bizlere akıl oyunları oynatmaktadır. Kızı Zülfiye, dünyanın bildiği adıyla Sylvia Nazar, sinemaya da uyarlanan “Akıl Oyunları” romanının yazarıdır. 


Türkiye’deki her karışıklığın etrafında rastladığımız Ruzi Nazar 15 Temmuz’da yoktu. Fakat ardıllarının 15 Temmuz’da olduğu ihtimaldir.

MEHMET POYRAZ

SEBÎLÜRREŞAD DERGİSİ TEMMUZ 2017, CİLT: 41 SAYI: 1018

22 Haziran 2017 Perşembe

Horasan Erenleri ve Parvus!

Avrupa’daki yaşamından itibaren  Batı’da,  Alexander Helphland adıyla anıldı. Türkiye’de, Osmanlı’da; Parvus olarak bilinmektedir. En sevdiği iş, silah kaçakçılığıydı. Bu ticaretlerden yüklüce para kazandı. Milyoner bir sosyalist olarak 1924 yılında Berlin’de ölen Parvus, 1910 – 1915 yılları arasında İstanbul’da yaşadı ve çeşitli dergilerde yazılar kaleme aldı.

Bu yazılardan bazıları Türk Yurdu’nda da yayınlandı ve oldukça dikkat çekti.

Parvus’un İstanbul yazıları çok yorumlandı ve nedense bir türlü unutulmadı. Hâlbuki, aynı Parvus’un, 1900’lü yılların başında Rusya’da komünist devrim üzerine Lenin’e ve Troçki’ye taktik vermesinden, ilginçtir, sosyalistler hiç bahsetmezler. 

Parvus’un, Türk Yurdu’nun sahibi Yusuf Akçura ile aralarında fikir alışverişi olduğu hep iddia edildi. Kimine göre Akçura, görüşlerinde Parvus’tan etkilenmiştir. Akçura, Parvus’a neden yazdırdığını, Parvus’u takdim yazısında anlatır. Bu yazıda, Cavit bey gibi iktisatçıların Türk Yurdu’nda yazmalarının, iktisadi meselelere çare olmaları davetiyle başladığını fakat hiçbirinin buna yanaşmadığını belirtir. Okuruna Parvus’u anlatır ve der ki; 
“Ekonomik ve sosyal meselelerin bazı önemli yanlarına katılmamakla beraber, Türk halkına yardım edecek fikirlerinden ötürü yazılarını yayınlayacağım.” 

Rusya’da Troçki’nin yazdığı devrim broşürüne ön söz de yazan Parvus, buradaki hiçbirini Türk Yurdu’nda kullanmaz. Yani sosyalizmden hiç bahsetmez. Aksine, Osmanlıya akıl verir ekonomi alanında, bağımsızlık alanında.

Alman Sosyal Demokrat Partisi üyesi, Alman Devleti ajanı ve Rus asıllı Parvus, Cumhuriyet sonrası ara ara gündeme geldi. Bu gündem sadece akademik seviyede kaldı. Parvus hakkında azımsanmayacak kadar makaleler ve tezler yazıldı. Hatta bazıları aldı onu sol’a bile monte etti. Adı bugünlerde yine gündeme gelmeye başlayan Parvus bundan 7 – 8 yıl önce siyaseti meşgul etmişti. 

2009 yılının ekim ayında gerçekleştirilen AK Parti Kongresi’nde, dönemin Başbakanı ve partisinin genel başkanı Recep Tayyip Erdoğan, burada yaptığı konuşmada, Türkiye’nin kültür mozaiğine dikkat çekti. Bu mozaikte yer alan isimleri de sıralayan Erdoğan’ın listesi şöyleydi; 
Ahmet Yesevi, Hacı Bektaş, Pir Sultan Abdal, Hacı Bayram Veli, Yunus Emre, Mevlana, Sebahat Akkiraz, Tatyos Efendi, Cem Karaca, Ahmet Kaya, Mehmet Akif, Nâzım Hikmet, Ahmet Hani ve Said-i Nursi.
Ana muhalefet partisi CHP, Eroğan’ın kültür  mozaiği listesine yanıt vermekte gecikmedi. O dönem CHP’nin Grup Başkanvekili olan Kemal Kılıçdaroğlu’da kendine göre bir kültür mozaiği listesi hazırlamıştı. Kılıçdaroğlu’nun listesinde de şu isimler yer almıştı; 
Yaşar Kemal, Necip Fazıl Kısakürek, Aziz Nesin,Yılmaz Güney, Mimar Sinan, Sabahattin Ali, Ziya Gökalp, Âşık Mahzuni Şerif, Parvus Efendi, Agop Dilaçar, Kul Himmet, Cemil Meriç, İdris-i Bitlis-i ve Mustafa Suphi. 
Konumuz, her iki siyasetçinin de ifade ettiği bu isimleri irdelemek veya yeniden “kültür mozaiği” tartışması yaratmak, listeyi yeniden alevlendirmek değil. Esas konumuza geçmeden önce belirtmek isterim; Erdoğan’ın o isimleri saymadan önce, her hangi bir planlama, düzenleme yaptığını sanmıyorum. Kongre hitabında ihtimaldir ki, doğaçlama bir konuşma yapmış isimleri saymıştır. Zaten listesi de gayet makul bir seviyede. Toplumun genelinde karşılığı olan isimleri sıralamıştır.
O dönem, Erdoğan’ın ve Kılıçdaroğlu’nun kültür mozaiği listesinde yer alan isimleri aşağı yukarı bilmeyen yoktur. 

Yalnız, Kemal Kılıçdaroğlu’nun listesinde yer alan “Parvus Efendi” isimli şahsiyet için bunu söylemek pek doğru değildir. Yine ihtimaldir ki; Kılıçdaroğlu’nun listesi doğaçlamadan çıkmadı. Aksine, üzerinde çalışılarak belirlenmiş. Bu tespiti “Parvus Efendi”den gayet anlamaktayız. Unutulan, unutturulan “Parvus”u, bir de hani Osmanlı döneminde yaşamış ya, o bakımdan da Kılıçdaroğlu bu ismi bayağı önemli bir kişi olarak görmüş olabilir ve belki de mealen şunu diyecekti; “Bakın siz unuttunuz ama biz unutmadık bu efendiyi.” 

Kılıçdaroğlu’nun Almanya hesabına çalışan ajan Parvus’u hiç tanımadığını şu açıklamalarından anlamak zor olmasa gerek; 
“Olayı bir kişiye odaklayıp, onun geçmişte yaptığı hataları, eksiklikleri öne çıkararak yorum yapmanın doğru olmadığı kanısındayım. Sorulunca, hemen ilk aklıma gelen isimleri saydım. Parvus Efendi’nin de yazılarından derlenen ‘Türkiye’nin Mali Tutsaklığı’ diye bir kitabı vardı, okumuştum. Bana göre önemli bir kitap. Orada ileri sürülen düşünceler, o dönem Türk solcularını, milliyetçilerini etkilemiştir.”

Türkiye’de sol görüşü temsil eden bir partinin üyesi (ve bu kişi ileride CHP genel başkanı oluyor) Parvus’u yukarıdaki sözleriyle açıklaması, davasının ne kadar bilincinde olduğunu açıkça göstermekte. Şuan CHP lideri olan Kılıçdaroğlu şunları söyleseydi eğer anlardık belki; 
“Troçki’nin, Lenin’in yol arkadaşıdır. Rusya’daki 1917 Ekim Devrimi’nin öncüsü olan 1905 Devrimi’nin kuramcısı, uygulayıcısıdır; mazlum halkların temsilcisidir ve bu yüzden Parvus önemli bir şahsiyettir.” 
Ne yazık ki bu sözleri söyleyemez, bilmez; bilse de yine söyleyemez. 
Parvus tartışması o dönem birkaç gün gündemde kaldı. O da birkaç kişinin ekseninde. İlk fitili ateşleyen Engin Ardıç oldu. 

Parvus meselesini ironik şekilde ele alan Ardıç şunları yazmıştı; 

“Kılıçdaroğlu, Parvus Efendi’yi, Tatyos Efendi, ya da Yorgo Bacanos gibi birisi sanıyor olmalı!... Üstelik Parvus “Efendi” ha... “İttihatçı ağzıyla” söylenişi... Liman von Sanders “Paşa”, Von der Goltz “Paşa”, Yarbay Lange “Bey” gibi bir şey... Bu adamın asıl adı, Alexander Helphand. Türk olmadığı gibi, “Osmanlı tebaı” falan da değildir. Kendisi bir Alman ajanıdır. Aynı zamanda silah taciridir.

O dönemin Alman gizli servisi tarafından “sosyalist rolü oynamakla” görevlendirilmiştir, hani bizim Mahir Kaynak gibi... Nitekim, 1917 yılında Rusya’nın daha da karıştırılması, büsbütün çökertilmesi ve savaştan çekilmesi için Lenin ve arkadaşlarını Zürih’ten hani o ünlü “mühürlü trenle” Almanya’yı dikine geçerek İskandinavya üzerinden Petersburg’a gönderen de bu adamdır! Pazarlığı o yürütmüştür. Düşman topraklarından düşmanla anlaşarak rahatça geçen, “Alman smokiniyle devrim gerdeğine giren” Lenin’i eleştirmek doksan yıldır hiçbir komünistin aklına gelmemiştir.” 

Gazeteci Atılgan Bayar’da konuya dahil olmuştu. Parvus’un İttihat ve Terakki üzerindeki etkisiyle, Osmanlı’nın Almanya’nın yanında 1.Dünya Savaşı’na girmesini kışkırttığını da belirten Bayar şu ifadelere yer vermişti; 

“Savaş süresince silah ticareti yapıyor, dünyanın sayılı zenginlerinden biri oluyor ve Lenin devrimini finanse ediyor. Lenin ise, devrimden sonra, ortalığı karıştırabileceği endişesiyle onu ülkeye kabul etmiyor. Dünyanın en zengin adamlarından biri olarak ölüyor. Şimdi daha ileri gidelim ve Kılıçdaroğlu’nun açılım listesindeki Parvus Efendi aynı zamanda büyük bir Mason üstadıydı. 

Ama o devirdeki Masonluğu bugünkülerle karıştırmayın. Dönemin Mason localarında gizli ama doğrudan siyaset planlaması yapılıyordu. Moskova’daki Uranis locasına üyeydi. Türkiye’de Abdülhamit’in devrilmesinde büyük rol oynayan ve merkezi Rusya’da olan Astrea locasını, Abdülhamit’in burnunun dibinde oluşturmuştu. 

Keza, kendi yetiştirmesi Jalobinsky, ilk Siyonist örgüt olan Meskala’yı İstanbul’da kurmuştu. Tarihte şöyle bir baktığımızda; Osmanlı’yı Filistin’i kaybedeceği bir savaşa girmesi konusunda teşvik eden bu adamın, tesadüf bu ya, o topraklarda yeni bir devlet kurulmasının teorik altyapısına da aynı zamanda katkıda bulunmuş olduğunu görüyoruz.”

Kısa süreli gündemde kalan ve basında fazla yer almayan Parvus meselesine o dönem derinlemesine analiz de yapılmadı. Oysa ki, sol basının aydınları Parvus’u iyi tanır. Bolşevik veya Sovyet tarihi kitaplarında Parvus karşınıza bir şekilde çıkar. Lenin’in Sovyet devrimi için Avrupa’dan trenle gelişini sağlayan kişi Parvus’tur. Lenin’in önüne bu konu birkaç defa düşer.

Lenin; “Alman parasıyla Rusya’da devrim yaptığımı söylüyorlar. Rus parasıyla Almanya’da devrim yapacağım.” Bu sözler de doğruluyor değil mi? Alman parasıyla Sovyet devrimi!

1900’lü yıllarda; Osmanlı ve Rusya’yı kaosa sürükleyen hareketlerin mimarıdır Parvus. Özellikle, Osmanlı tebaasındaki azınlıkların isyan etmesinde rolü büyüktür. Fikirleriyle, yardımıyla Rusya’da devrim gerçekleşir ama bu ülkeye gelmesine izin verilmez. Kral çıplaktır artık. Troçki’ye, Lenin’e akıl veren, devrim adına yardımlarda bulunan Parvus, çok istemesine rağmen, Sovyet Rusya’ya hiçbir zaman sokulmaz. 

Parvus’u, sözde “efendi”yi, Türkiye’nin kültür mozaiği listesinde yer vermek bu ülke adına utançtır. 
Parvus tartışmasının olduğu 2009’daki o günlerde, sol kesim de diyebileceğimiz bazı yayınlarda Ardıç ve Bayar’ın görüşlerine tepkiler de oldu elbet. Fakat bu tepkilerin altında ciddi bir dayanak yoktu. Zaten olamaz da. Yine de savundular bildiklerini; 

“Parvus Efendi, çözüm olarak Düyun-u Umumiye’nin kaldırılmasını, Tütün Rejisi gibi Batılı tekellerin tasfiye edilmesini, Osmanlı gümrük duvarlarının yeniden yükseltilmesini önermişti. Bu uygulamalar bugün de gündeme alınabilecek ulusal ve korumacı iktisat politikalarıdır. Parvus, Türkiye için halkçı-devletçi bir ekonomi ya da sosyalizm önermedi. Onun fikri Rusya için de savunduğu gibi, ulusal kapitalizmin gelişmesini beklemek yönündeydi. Bu da onun Menşevik fikirleriyle örtüşüyordu. Parvus’u aşmak Atatürk ve Türk Devrimi’ne düşmüştü.” 

Buradan da anlaşılacağı üzere, diyemediler ki; 
“İttihad ve Terakki”nin savunucusu Parvus, II. Abdülhamid döneminin sonunu hazırladı ve ülkenin kaosa sürüklenmesinde yardımcı oldu.” 

Dahası şunu bile diyemediler; “Alman Milliyetçisiydi ve ajanıydı.” 
Hangi birinden bahsedelim; Parvus’a sosyalist devrimci diye sahip çıkıyorlar ama, milyoner ve silah tüccarı olduğunu, kanlı parayla servet yaptığını anlatmıyorlar. Neden ve nasıl anlatsınlar ki? 
Zaten Parvus’un düzeni devam ediyor, ardıllarının nesli de bir türlü bitmek bilmiyor. 

Kılıçdaroğlu’nun Pavlus sevgisini açıklamasından tam 5 yıl sonra Atılgan Bayar ilginç bir anısını anlattı. Bayar’ın o yazısının hemen ardından Kılıçdaroğlu, kendisini arıyor ve randevu talep ediyor; 

“Ertesi sabah Kılıçdaroğlu beni aradı ve görüşmek istediğini söyledi. İstanbul’a buyur ettim.
Home-office’imde beni ziyaret etti.Orada bana, Parvus Efendi’yi sadece Türkiye Ekonomisi üzerine yazdığı bir kitaptan tanıdığını söyledi.  Başörtüsü meselesinin çözümüne katkısı olabilir diye kendisini birkaç dindar dostumla buluşturdum. Orada çözümü istiyor gibi konuştu. Ancak, daha sonra yaptığı açıklamalar, beni çok şaşırtmıştı. Yine de kendisine dindarlar ile ilişki kurmasını, CHP’nin akıldışı laiklik anlayışını revize etmesini telkin ettim. Son görüşmelerimizden birinde, ki artık Genel Başkan’dı...: Benim için ‘Fethullahçı,’ dediklerini söyledi... 

Dolaylı olarak soruyordu işte: Fethullahçı mısın? Kılıçdaroğlu benim için o noktada bitti. Benim gibi bir profilin Fethullahçı olabileceğini düşünebilecek zihniyette bir adam, bu ülkeyi yönetemez, yönetmemeli de... Kendisi ile görüşmeyi kestim. Bugün bakıyorum da... O günkü konuşmalarımıza dair her şeyi yanlış anlamış. 

Ben ona, ‘bu ülkenin milli dindarları ile iletişim kur,’ derken; o gitmiş Gülen Cemaati ve Memur Şeyh Haydar Baş ile ittifak kurmuş. Tıpkı onu ilk tanıdığım zaman Parvus Efendi’yi muteber bir Cumhuriyetçi ve bağımsızlıkçı zannettiği gibi.”


2017 yılındayız, yine Parvus gündemde. 
Fakat bu sefer farklı bir yerden. İddiaya göre Parvus, Horasan Erenleri’ne çalışan bir “eleman” mış! 
Parvus’u fazla tanımayan, hiç bilmeyen biri için bu iddialar pek anlam ifade etmez. Az da olsa, tarih okuyan biri pekala Parvus’u ve yaptıklarını hemen bilir. 

Güneş gazetesinden Ömer Özkaya Parvus’u öyle bir anlatıyor ki, neredeyse Osmanlı ve Türk kahramanı ilan edecek;

“…Parvus Efendi, Rusya’nın eğitip, şüphe çekmemesi için, eğitimden sonra Almanya’ya yerleştirdiği adamı. Almanya önüne atılan yemi yuttu. Tıpkı İngiliz ve Fransız’ların Mişel Eflak’ı benimsemek zorunda kalması gibi… Altın Orda Devleti aslında son bulmamış, Rusların içerisinde yerini alma kararı almıştır. Parvus Efendi, değişik noktalara seyahat eder, Tahran’a gider, Tebriz’de oturur bir süre. Buradan Türkmenistan’a sonra da Kazakistan’a geçer. Yaklaşık 1,5 yıl, Türk coğrafyasında yolculuk yapar. Bu sırada izlendiğinden habersizdir. 1,5 yılın sonunda, azmi ve çileye talip olduğu görülünce, Horasan Erenleri tarafından çağırılır…”

Parvus hakkında yazı dizisi hazırlayan ve kendisi hakkında “efendi” demeden cümle kurmayan Ömer Özkaya iddialarını bu şahsın hatırat kitabına dayandırmakta. 

Ciddi ciddi Parvus’un Horasan Erenleri tarafından yetiştirildiğini ve yaptığı işlerin görevlendirme olduğunu da yazan Özkaya’nın, bu iddialarının sonunda nereye varacağını hayli merak etmekteyiz. 

Kaynaklar: 
Akçura, Yusuf. Türk Yurdu, Sayı:9, 1912, S:262
Kim bu Parvus Efendi?, Milliyet, 08.10.2009
Ardıç, Engin. Parvus Efendi, Sabah, 07.10.2009
Bayar, Atılgan. Kılıçdaroğlu fena pot kırdı, Akşam, 07.10.2009
Ataberk, Kaya. Parvus Efendi ve Engin Ardıç Efendi, Türk Solu, Ekim 2009
Bayar, Atılgan. Parvuscu Kılıçdaroğlu, Fethullahçı CHP’ye oy verecek Atatürkçü bulabilecek mi?, Yeni Asır, 10.03.2014
Özkaya, Ömer.  Parvus Efendi, Güneş, 17.05.2017
Özkaya, Ömer.  Parvus Efendi2, Güneş, 21.05.2017

MEHMET POYRAZ 

SEBÎLÜRREŞAD DERGİSİ - SAYI: 1017, HAZİRAN 2017

Plan Nusayri Devleti mi?

Osmanlı Devleti, Batı’nın işgaline uğramasının ardından parçalanarak; büyük ülkelerin yanı sıra geride ufak tefek ülkeler, özerk bölgeler, mandalar da bırakmıştı.

Batı öyle bir hırslanmıştı ki; neredeyse mikro devletçikler de kuracaktı Osmanlı’nın eski topraklarında. Bu belirttiğim küçük ülkeleri çoğumuz bilir. Mesela bunlardan biri Hatay Devleti’dir. Fransızların kontrolünde küçük bir devlet haline getirilen Hatay daha sonra Türkiye’ye bağlanmıştır.

Fransızlar sadece Hatay’ı devletçik yapmamıştı. Şam Devleti, Halep Devleti, Cebel-i Duruz Emirliği gibi küçük ülkeler meydana getirirken, bugünkü Lübnan’ın da sınırlarını belirlemiştir. 

1920 yılından itibaren Fransızlar, bölgeyi etnik kökene ve dini unsurlara göre parçalamıştır. Günümüzde bölgede yaşanan, etnik köken ve dine dayalı ayrışmaların temelini Fransızlar o yıllarda atmıştır. Batı emperyalizmi bir arada yaşayan toplumları, insanların zihinlerine nefret tohumları yerleştirip bölerken, bölgede yaşayan Türkleri kapsayan bir devlet kurmamıştır.

Türkleri bu bahsettiğim devletçiklere dağıtmıştır. Bu ‘Türkler’, Batı’nın dayatmasıyla ‘Türkmen’ dediğimiz Anadolu Türklerinin akrabalarıdır. Suriye’de karışıklık meydana gelmemiş olsaydı eğer, bu Türklerden çoğumuzun haberi olmayacaktı. Yukarıda saydıklarımın arasında yer almayan ve Fransızların yarattığı, günümüzde de hayli önemli olan Nusayri Devleti’nden bahsetmek istiyorum.

I. Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan Fransız Suriye Mandası sınırları içerisinde yer alan, Nusayri topluluğunu kapsayan ve Lazkiye merkezli bu devletçik daha sonra Alavi Devleti adını aldı. 1930 yılında bölgenin adı Lazkiye Sancağı oldu. 1936 yılında Suriye sınırlarına dahil oldu.

1939 yılında Suriye’den ayrılarak “Özerk Alavi Bölgesi” ilan edildi. Özerkliği 1944 yılına kadar sürdü. Daha sonra tekrar Suriye’ye dahil oldu. Batı, çeyrek yüzyıl bu bölge ile oynayıp durdu. Sadece Nusayrileri kapsayan Alavi Devleti’nin merkezi Lazkiye ve civarıydı.

Nusayriler Suriye’nin sahil kesimlerinde yaşarlar. Antakya ve Adana’da da önemli ölçüde Nusayri topluluğu vardır. 
Şu an yönetimi Şam merkezli elinde bulunduran Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’da Nusayri topluluğundandır. Babası Hafız Esad’dan görevi devralmıştır. Yetmişli yılların başından itibaren ülkesinde dini ayrımcılık yapmaya başlayan Hafız Esad, Alavi/Nusayri Devleti projesini “B Planı” olarak cebinde taşımıştır.

Mezhepçi yaklaşımı ile bilinen baba Hafız Esad, Suriye’de uyguladığı sindirme politikasında her hangi bir olumsuzluk karşısında “Nusayri Devleti” projesini hep aklında tutmuştur. Bu projenin gerçekliği, Suriye de etnik dağılım incelendiğinde apaçık ortaya çıkmaktadır. 

Gelelim yakın tarihimize ve günümüze; Beşar Esad’ın izlediği politikaya bakacak olursak, babasından kalır yanı yok. Bununda cebinde “Nusayri Devleti” projesi bulunmaktadır. 

Ülkede ilk karışıklığın başladığı dönemde Fransa’ya kaçan Esad’ın eski Başkan Yardımcısı şunları söylemiştir; “Planında Nusayri Devleti kurmak var.” Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 2016 yılında bir açıklamasında “Esad’a Suriye’de butik bir devlet kurmak istiyorlar” ifadesine yer vererek bölgedeki hassasiyete dikkat çekmiştir. Hassasiyet diyoruz, bu çok önemli.

Sadece Suriye’de değil, Adana ve Antakya’da da Nusayriler yaşamakta. Ülke olarak da, toplum olarak da dikkatli olmaktayız. 
Son birkaç yıldır, Adana ve Antakya’da yaşayan Nusayri vatandaşlarımızın üzerinden iktidara siyasi muhaliflik yapılmaya çalışılmaktadır. Tamam herkes siyasi düşüncesini ifade edebilir, Türkiye’de var olan bu ortamın benzerini Avrupa’nın hiçbir ülkesinde bulamazsınız. 

Lakin; dikkatli, tedbirli, sağduyulu olmak zorundayız. Oynanan oyunlar büyük. Siyasi muhaliflik adına etnik ayrımcılık yapmaya çalışanlara karşı toplum ve ülke olarak dikkat etmemiz gerekiyor.

MEHMET POYRAZ

Sebîlürreşad Dergisi, Sayı: 1016, Mayıs 2017

Mirza Bala Mehmetzâde kimdir?

Orta Asya Müslümanlarının, ‘Rusya Müslümanlarına’, ‘Sovyet Müslümanlarına’ dönüştürülmesi; Korkunç İvan’ın Kazan’ıele geçirmesiyle başlar...


Rus Çarlığının idaresinde, silsile sırasına göre dördüncü İvan olarak ta bilinen Korkunç İvan’ın askeri birlikleri, 1551 yılında Kazan’a girdiğinde hayretler içindeydiler. Burada gördükleri muazzam yapılar ve ilim yuvaları karşısında şaşkına dönen Ruslar, bir yandan da Kazan’ı yakıp yıkıp yok ediyorlardı.
Kendilerinin daha önce devleti olmamıştı. Yıllarca Beylik olarak, Moskof Knezliği adı altında yaşamlarını sürdürüyorlardı. Türklerin gölgesinde yaşıyor, bir sorunda yaşamıyorlardı. Bu coğrafyada yaşananları daha derinden incelemek gerekirse, Türk Altın Orda (Altın Ordu) Devleti’ni sorgulamamız gerekli.
Yakın tarihimize, Rusya ve Sovyet Müslümanlarına gelelim. Kazan’dan Bakü’ye, Kırım’dan Fergana’ya, Bişkek’e, Almaata’ya kadar olan geniş Orta Asya stepleri Müslümanların, Türklerin varoluştan bu yana yaşadıkları alandır. Bizler, Anadolu Türkleri ve Müslümanlarının da ata yurdudur buralar. Kanlı savaşlarla, muazzam direnişleriyle yönetimlerini Ruslara bırakmak zorunda kalan Orta Asya Müslümanları, davalarını uzun yıllar bırakmadılar.
Her yüzyılda bir yiğit, Şamil gibiler davalarının takipçisi oldu. 1908 yılında Osmanlı’da İttihatçılar bayrak kaldırıp yönetime el koyarken, aynı yıllarda da Çarlık politikasından yılmış, Ruslaştırılmaya karşı olan bölge Müslümanlarına bir umut doğmuştu. Ya da öyle zannediyorlardı. 1908’de Çarlık yönetimine karşı ihtilal söz konusu olmuşsa da başarısızlıkla sonuçlanmıştır. 1908 girişimi, Ekim 1917 Bolşevik Devrimi’nin de provasıdır aslında. Bu devrimden yaklaşık olarak 2 yıl önce, Mirza Bala Mehmetzâde, kendisi gibi yaşamı sürgünde geçen Mehmet Emin Resulzâde’nin çıkarmış olduğu Açık Söz gazetesinde yazılar yazmaya başlar, yıl 1915. Resulzâde’nin Açık Söz gazetesinde, bölge Müslümanlarının önderlerinden ve savunucularından Mir Said Sultan Galiyev’de yazılar kaleme almıştır.Babasını küçük yaşta yitiren Mirza Bala Mehmetzâde yaşam kavgasına, annesine ve iki kardeşine bakmak adına çalışarak başlar. İlkokul yıllarında börek satan Mehmetzâde, bu okuldan sonra Bakü Teknik Okulu’na devam eder. Teknik okulu arkadaşlarının ve çevresinin maddi yardımlarıyla bitirir. Azerbaycan’ın, Rusya’nın en çalkantılı yıllarında gazetecilik yapan Mehmetzâde, vatanında birçok gazetede çalışır. 1920 yılında Bolşeviklerin Azerbaycan’ı işgal etmesiyle buradaki Demokratik Cumhuriyet yönetimi son bulur ve ülke Azerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti adını alır. Mehmetzâde Bolşevikler tarafından tutuklanır, hapis yatar bir süre. Mirza Bala Mehmetzâde’nin davası bu yıllarda başlar. Tutuklanan tek kendisi değildir, 1918 – 1920 yılları arasında hüküm süren Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti’nin kurucusu, ilk Cumhurbaşkanı ve Müsavat Partisi Genel Başkanı Mehmet Emin Resulzâde yaklaşık 2 yıl hapis yatar. Resulzâde Bolşevik karşıtıdır, ülkesindeki yeni sosyalist yönetime göre karşı devrimcidir. Ve cezası idam olur.
Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) lideri Stalin idam cezasını sürgüne çevirir, PolonyaİranAlmanya ve Türkiye’de yaşayan Resulzâde 1955 yılında Ankara’da vefat eder. Hapisten çıkan Mirza Bala Mehmetzâde öğretmenlik yapmaya başlar, bir yandan da Müsavat Partisi’nin yer altı faaliyetlerine katılır, basım yayın işlerini yürütür. Müsavat Partisi, 1911 – 1913 yılları arasında İstanbul’da yaşayan ve burada Türk Ocağı’nda bulunan Mehmet Emin Resulzâde önderliğinde 1913 yılında Bakü’de kurulmuştur. Resulzâde daha öncede, 1902 yılında Müslüman Gençlik Kurumu’nu kurmasıyla da bilinir. 1923 yılında, Sovyetlerin Müsavat Partisi’nin üyelerini tutuklamaya başlaması üzerine bir süre gizlenen Mirza Bala Mehmetzâde, daha sonra İran’a geçer. Bu ülkede öğretmenlik mesleğini sürdüren Mehmetzâde 1927 yılında İstanbul’a gider. Sürgündeki Müsavat Partisi’nin basım yayın işlerini buradan yürütmeye devam eder. Mirza Bala’nın Türkiye’de bulunmasından Sovyetler rahatsız olur, istemezler. Polonya’nın yolunu tutar. Ülkeler arası yoğun trafiği başlamıştır Mehmetzâde’nin. Dönemin hükümetinin Sovyetler Birliği ile ilişkilerinin iyi olmasından, bilhassa Türkiye’ye yardımlar gönderilmesi, Ankara’nın Moskova’dan gelen talepleri yerine getirmek zorunda bırakıyordu. Bunlara siyasi isim ve düşüncelerde dahildir. Mirza Bala, Türkiye’nin bu tutumundan dolayı çok istemesine rağmen sürgündeki ilk yıllarında Anadolu’da fazla kalamamıştır.
Bir süre Almanya ve Polonya’da yaşamıştır. İlginçtir ki; 1920’li yıllarda Rusya’da Bolşevik Devrim’den kaçan Beyaz Ruslar için İstanbul istasyon olurken, Müslümanlar içinde Polonya, Varşova istasyondur. Berlin’de kurulu bulunan Sovyetler Birliği’ni Öğrenme Enstitüsü’nün faaliyetlerine katılır. Enstitü tarafından çıkarılan Dergi adlı yayın organında yazılar kaleme alır. Sovyetlerin bölgede uyguladıkları komünist yönetimi anlatır. Kazan’dan İran’a kadar olan coğrafyada Müslümanların, Türklerin sesi olmaya çalışır.
Mirza Bala Mehmetzâde, 2.Dünya Savaşı’nın başlamasının ardından 1939 yılında Türkiye’ye gelir, İstanbul’a yerleşir. Birçok dergi ve gazetelerde Sovyetleri ve Rus emperyalizmini anlatan yazılar kaleme alır. Sovyetlerin radyosu da dahil olmak üzere, basılı yayınları çevirerek yazılarında yorumlar. Cumhuriyet ve Milliyet gazetelerinde yazdığı gibi Sebîlürreşad’da makaleleri yayınlanır. Yazılı basının arşivlerinde Mehmetzâde şu mahlas isimlerle karşınıza çıkar; Mirza BalaNuhoğluA. Kut, M. M. MehmetzâdeM. B. Daşdemir ve Ali Kutluk. Mirza Bala, 1959 yılında Sebîlürreşad’da yayınlanan “Sovyetlerin dinî bir müracaatnamesi” başlıklı yazısında, Sovyetlerin Azerbaycan’daki camileri kapatmasını ve İslâm karşıtı propagandalarını da eleştirerek şu ifadelere yer verir; “Sovyet hükümetinin dinî kanun dışı ilan eden nizamları ruhanileri müşkül bir duruma sokmuştu. Camilerin ve cami yanlarındaki mektep ve medreselerin kapanması ve ruhanilerin içtimaî vazifelerden uzaklaştırılması onları münasip bir iş aramağa sevk etmişti. Resmî halk mekteplerinde muallimlik en münasip iş olarak intihap edilmiş ve muhtelif kademedeki din hadimi ruhaniler mekteplere dolmuştu. Kızılordu’nun istilasından sonra kurulan kukla Azerbaycan Sovyet hükûmetinin ilk reisi doktor Neriman Nerimanov’un ifadesine göre, istilânın ikinci yılında bütün ruhaniler muallim oluvermişlerdi. Ruhanilerin bu taktiği anlaşılır anlaşılmaz onlara karşı taarruza geçilmiş ve mekteplerden > başlanmıştır. Ders yılına takaddüm eden günlerde yalnız Şemahi mekteplerinden > suçuyla on yedi muallim >. Mirza Bala Mehmetzâde, Sebîlürreşad’daki aynı başlıklı yazısında vatanı sevmenin imandan olduğunu belirtiyor ve sözlerini şöyle sürdürüyor; “Halbuki bizim için dâva sarihtir: Vatanımız Çarlar tarafından olduğu gibi, Bolşevikler tarafından da istila edilmiş, bugünkü esaret ve kölelik rejimi bize süngü üzerinde getirilmiştir. Dâvamız: Bizim hür ve müstakil demokratik millî hayatımıza fasıla veren istilâya nihayet vermektedir. Buna muvaffak olduğumuz zaman > da ispat etmiş olacak, yâni böylelikle millî ve dinî vazifelerimizi de yerine getirmiş olacağız.”
Günümüzde dahi halen devam eden Ermeni meselesine, 1927 yılında yazdığı Ermeniler ve İran isimli kitabıyla dikkat çeker. 1942 yılından 1955 yılına kadar İslâm Ansiklopedisi’ne de 50 madde ile katkı sunan Mirza Bala Mehmetzâde, Milli Duruş’u savunan düşünce adamı olmasının yanı sıra Sovyet zulmünü Batı’ya aktaran şahsiyettir. Bu haliyle de, Doğu’nun fikir adamları arasında haklı olarak yerini almaktadır. Mehmet Emin Resulzâde’nin 1955 yılında vefatının ardından Milli Müsavat Partisi Genel Başkanlığı makamına geçer. Resulzâde’nin ardılıdır bir bakıma, lakin ömrü uzun sürmez. 1898 yılında Bakü’de başlayan yaşamı 8 Mart 1959 tarihinde İstanbul’da son bulur.
Resulzâde’yi belirtmeden yaşamı ve mücadelesi anlatılamayan Mehmetzâde’nin vefat nedeni kalp krizidir.
MEHMET POYRAZ
 Sebîlürreşad Dergisi, Sayı:1015, Nisan 2017

Eşref Edib, Ali Saib ve Yaşar Kemal

28 Şubat 2015 günü aramızdan ayrılan Türk edebiyatının önemli isimlerinden Yaşar Kemal’e, pek bilinmeyen diğer adıyla Kemal Sadık Göğceli’ye, babası kendi adı olan Sadık ismini koymuştur. Kemal adını ise babasının arkadaşı ekler, nüfus kâğıdın da doğum yılı 1923 yazar, sonraları ise gerçek doğum yılı ile ilgili çelişkiye düşer.
Yıllar sonra bir gün, aile dostlarının çocukları kendisine ziyarete gelir ve gerçek doğum yılının 1926 olduğuna ikna olur. Bu durumu ve adının nasıl konduğuna dair bilgileri ise şöyle anlatır; 
“Atatürk’ün çok yakın silah arkadaşı var, benim babamın da arkadaşıdır. Benim adımı o koyuyor, Mustafa Kemal’den esinlenerek ‘M. Kemal olsun’ diyor. Onun oğlu ile benim aramda 15 gün var. Geçenlerde onun çocukları gelip beni buldular, ben de babanızın nüfus kağıdına bakın kaç yılında doğmuş dedim. Bana telefon edip 1926 dediler. İşte ona göre ben de 1926 doğumlu olmam gerekiyor.”
Osmaniye’nin Hemite köyünde dünyaya gelen Yaşar Kemal’e, Mustafa Kemal adını koyan kişi o yıllarda buralarda nam salan ve Atatürk’e yakınlığıyla da bilinen Yüzbaşı Ali Saib Ursavaş’tır. Yaşar Kemal’in babası Sadık Efendi, Ali Saib Ursavaş’ın arazilerinin bir kısmını yarıcılıkla işletiyordu. Kurtuluş Savaşı’nda, Urfa’da gösterdiği başarısından dolayı, soyadını Atatürk’ün verdiği Ali Saib Bey, Sebîlürreşad’ın yayıncısı Eşref Edib Fergan’ı da yargılayan İstiklal Mahkemesi’nin de üyelerinden birisidir. Ali Saib Ursavaş’ın Şanlıurfa’daki başarısı tartışmalıdır. Kimilerine göre Ali Saip, Urfa’ya gelip hazıra konar, burada Fransızlara karşı direnen halk zaten organize olmuştur. Yine Urfa’da katliam ve talan yaptığı da konuşulur. Ali Saib Ursavaş, Çukurova’da yaptığı zorbalıkların yanı sıra hazıra konmasıyla da anılır. 23 Nisan 1920’de açılan Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM)’ne, Urfa milletvekili olarak giren Kerkük doğumlu Ali Saib Ursavaş, 1923 ile 1927 yılları arasında o yıllarda il olan Kozan’ı TBMM’de temsil eder.
Kozan’ı mecliste temsil ettiği yıllarda, otorite boşluğunun da yaşandığı Çukurova’da bazı arazileri tapu kayıtlarında oynama yaparak üstüne geçiren Ali Saip Bey, zorla aldığı arazilerle de bilinir, kendisine arazisini satmak istemeyen köylülere işkence de yapar, falakaya da yatırır, kimini ise tekme tokat döver. Ali Saib Ursavaş, görüşlerine ters düşen kişileri Meclis’te de tekme tokat dövmesiyle de bilinir. 1923 yılının sonlarına doğru Meclis’te milletvekillerinin maaşlarının artması isteniyordu. Ali Saib Bey de zam isteyenler milletvekilleri arasında. Dönemin etkili gazetelerinden Vakit, Halk Fırkası toplantılarında tartışılan zam konusunu, Ali Saib’in fotoğrafıyla haberleştirir.
Vakit’in Ankara muhabiri Hüseyin Necati, gazetesindeki haber sonrası meclis koridorunda, maaş zammına karşı çıkan, gazeteci kökenli Giresun milletvekili Hakkı Tarık Bey’le sohbet eder. Hüseyin Necati ile Hakkı Tarık Bey’in yanına Ali Saib gelir. Hüseyin Necati’ye Vakit’teki haberden dolayı hakaret eder ve tokat atar. Hakkı Tarık Bey de Ali Saib’i tokatlar.
Bu anlarda yaşanılanlar, Meclis’in ilk tokat olayı olarak tarihindeki yerini alır. Ali Saip çok öfkelenir, açıklama yapar dönemin Tanin gazetesine; “Daha göstereceğim. Düello hakkını temin edeceğim. Bu hususta kanun teklifinde bulunacağım.” Dediğini de yapar Ali Saip, 28 Ocak 1924 tarihli Meclis oturumunda düello hakkında kanun teklifi verir. Menteşe Milletvekili Esad Bey şunu söyler;
 “Fransızlara karşı büyük hizmetler yaptınız. Lâkin bugün düello meselesinden düşüyorsun, onu aklına al da ona göre söyle. Düello ne demek böyle şey olur mu?”
Meclisin tarihinde, en tuhaf teklif olarak yerini alan bu kanun teklifi işleme konmaz. Ali Saib Bey’in tokat attığı gazeteci ise, Türkiye’nin ilk ve tek kadın Başbakanı Tansu Çiller’in babası Hüseyin Necati Çiller’dir. Kozan vilayeti küçültülerek, Adana’ya bağlı ilçe haline getirilir. Buna sebep Ali Saib Ursavaş’tır. Daha sonra Meclis’te Urfa’yı temsil eden Ali Saib Ursavaş, Atatürk’e suikast girişiminde bulundu iddiasıyla tutuklanır. Bir süre cezaevinde tutuklu kalır. Atatürk’e kendini affettirme çabaları içerisine girer, başarılı olamaz. Bazı arazileri kamulaştırılır. 1939 yılında vefat ettiğinde Çukurova’da bayram havası vardır. Şeyh Sait İsyanı’na destek verdiği, kışkırttığı suçlamalarıyla karşı karşıya kalan Eşref Edib Bey 1925 yılında İstiklal Mahkemeleri’nde yargılanmış, Sebîlürreşad’ı yayınlamamak şartıyla serbest bırakılmıştı. Eşref Edib Fergan, Ali Saib Ursavaş’ın da üyesi olduğu İstiklal Mahkemesi’nde kendisine yöneltilen hayret verici sorulara da maruz kalırken bu günlerde yaşadıklarını o güçlü hafızasına kaydetti. 1959 ve 1960 yıllarında, başka gazetecilerinde yargılandığı mahkemeyi Sebîlürreşad okurlarıyla paylaştı.
Eşref Edib Bey, Mayıs 1960 tarihli ve 309 sayılı Sebîlürreşad’da Ali Saib’ten şöyle bahseder;
“…..
Mahkeme karar verebilecek vaziyette olsa derhal beraetimize hökm eder, belki de bizi fazla yorduğundan dolayı beyanı itiraza lüzum görürdü. Fakat mahkeme müstakil değildi. Tamamile bir emir ve direktif altında hareket ediyordu. Söz Ali Saib’e geçince iş ciddiyet kesb ettiğinden gaflet etmek doğru değil. O’nun gazetecilere, bilhassa Sebîlürreşad’a karşı içinde beslediği kinin derecesini yukarda bir nebze anlattım. Bakalım şimdi bununla nasıl çarpışacağız? Reis Mazhar Müfid Bey’le nasıl olsa anlaşırız. Nitekim anlaştık. Fakat gözlerinden kan fışkıran, her gün idam hökümleri vere vere vicdanı nasırlaşan, kalbinde merhamet ve insaftan eser bulunmayan Ali Saible nasıl anlaşacağız? Hiç de zan etmem ki kolay olsun. Şerrinden, gadabından, hunharlığından Allaha sığındım.Mütevekkilen alellah, komiserin doldurduğu su bardağını yanıma alarak suallerine intiraz ettim. İlk suali şu oldu; - Eşref Edib Bey, Sebîlürreşad’ın manası doğru yol demektir, değil mi?
-Evet efendim…
-Refik Halidin Halebde çıkardığı Doğru Yol gibi midir?
Daha söze başlar başlamaz münasebetsizlik. Sebîlürreşad ile Refik Halidin Halebde çıkardığı Doğru Yol arasında ne münasebet var? Bu manâsız sual canımı sıktı.
-Biz Refik Halid, Mefik Halid bilmiyoruz, efendim.
-Yani gazeteniz her şeyi doğru mu yazardı?
-Biz yazdıklarımızın doğru olduğu kanaatındayız.
-Ben gazetenizi tamamile görmedim. Fakat bazı makalelerinizde Şeyh Said’in ifadatını teyid ediyorsunuz.
…..”
Üstad Eşref Edib Bey o mahkeme günlerini böyle anlatmış. Yalnız dikkat ederseniz Ali Saib, Sebîlürreşad’ı bilmediğinden bahsetmekte.
Bu ne kadar doğrudur?Kurtuluş Savaşı’nda, Millî Mücadele yıllarında Anadolu’nun, askerin, milletin yanında olan Sebîlürreşad’ı bilmemesi mümkün müdür? Ali Saib, yukarıdaki sorulardan başka, mantığa uygun olmayan bir çok soru yöneltir. Gayesi belli, bir şekilde gazetecileri idam sehpasına yollama arzusundadır. Ali Saib’in karakteri, incelediğinizde göreceksiniz; Yaşar Kemal’in eserlerinde karşınıza çıkar.
Acı olan şudur ki; Ali Saib Ursavaş adı Şanlıurfa’da bir okulda hâlâ yaşamaktadır. Şeyh Sait meselesine gelince, Ali Saib der ki; “gazetelerden etkilenerek isyan ettiğini söylersen kurtulursun.”
Böyle der ama, asıl planı yinede idam sehpasına yollamaktır.
MEHMET POYRAZ
Sebîlürreşad Mecmuası, Mart 2017 Sayı: 1014

Mir Said Sultan Galiyev

İşçi sınıfı, birkaç kişinin önderliğinde Rusya steplerinde adım adım devrime doğru giderken bu 
topraklarda ki Müslüman halkları unutmadılar. Rusya Müslümanları inançlarını daha iyi yaşamak için Bolşeviklere yardım etmişlerdir.


1900’lü yılların başında gelişen sanayi üretimi işçi sınıfının doğmasına neden olurken, beraberinde bu sektörde çalışanların ülke yönetiminde söz sahibi olmak istemeleri sosyalist düşüncenin önünü hızla açmıştır. Önce Batı’da filizlenen, komünizmde diyebileceğimiz işçi ağırlıklı yönetim biçimi düşüncesi dünyadaki mavi yakalılar arasında hızla yayılırken sloganları da çoğunlukla şu şekildeydi; “üreten biz, yönetende biz olacağız.” Rusya Çarlığında rejim değişikliği isteyenler ezilen işçi sınıfını dayanak göstermekteydi. 

Doğru dürüst haklarını alamayan, toplumunda en alt tabakasında yer alan bu işçi sınıfı birkaç kişinin önderliğinde Rusya steplerinde adım adım devrime doğru giderken bu topraklarda ki Müslüman halkları unutmadılar. Zira, Rusya Müslümanları da ezilen sınıf arasında yer almaktaydı. Rusya’nın Bolşevikleri, başta Lenin olmak üzere bölgelerindeki Kızıl devrimde buralardaki Müslüman halkları bir şekilde kullanmışlardır. 

Rusya Müslümanları arasında Bakü’de yaşayanları saymazsak işçi sınıfı pek yoktu. Bakü’dekiler ise petrol işçileriydi. İşçi sınıfı olmayan Müslümanlar, Rusça çoğulculuk anlamına gelen Bolşevik devrime nasıl katkı sağlayabilirdi? Elbette buradaki Müslümanlarda ezilen halklar arasındaydı. Çarlık Rusyası, Tatar Müslümanları çoğunlukta olmak üzere bu insanları eziyor, horluyordu. Daha da ileri giderek din devşirmesi de gerçekleştirdiler. Yani, o yıllarda birçok Müslüman zorla Hristiyanlaştırıldı. Bugün bile birçok Hristiyan Tatar geçmişte Müslüman olduğunu ifade etmektedir.

Rusya’daki Hristiyan işçi sınıfı emeğini öne sürerek Bolşevik devrime katkı sunarken, Müslümanlarda dinini daha rahat yaşamak için sosyalist saflarda yer almıştır. Lenin bu Müslümanlara devrim sonrası dinlerini daha iyi yaşayacakları vaadinde bulunmuştur. Sosyalist taraflarda Müslümanların yer alması Lenin’in sayesinde olmamıştır. 

Türk ve Müslüman Tatar Mir Said Sultan Galiyev’in gayretleriyle Müslümanlar Bolşevik devrime yardım etmiştir. Binlerce kişilik Müslüman Kızılordu’ya komutanlıkta yapan Galiyev, yine bir Türk’ün komutasında ve devrim karşıtı Çar yanlısı Beyazordu’ya karşı da savaşmıştır. Beyazordu’nun komutanı ise Rus tarihinin ünlü isimlerinden Türk asıllı Amiral Kolçak’tır. Stalin tarafından hazin bir şekilde kurşuna dizilen Galiyev hakkında Türkiye’den bir çok isim yazılar yazmış ve bazı düşünceler sunmuştur.

İslamcı – Sosyalist, Turancı – Sosyalist, Türkçü – Sosyalist gibi yakıştırmalarda yapılan Galiyev esasında İslamcıydı. Rusya Müslümanlarının ne zorluk yaşadığını çok iyi bilen Galiyev bir dönem gazetecilikte yapmıştır. Gazeteciliğinde Müslüman halklar hep ön planda olmuştur. Türkiye’de Galiyev hakkında ilk yazılar Attila İlhan tarafından kaleme alınmıştır. 
“Avrasya’da Dolaşan Hayalet” isimli Galiyev’in biyografi kitabına da imzan atan ve hakkında şiirlerde yazan Attila İlhan; 
...

galiyef yoldaş ne olacak
galiyef yoldaş sibirya sürgünü
elinde bir mektup eski yazıyla
artık yüzünü bile unuttuğu
karısından
burnunda sadece kokusu var
ilkbahar kadar müşfik
sonbahar kadar yumuşak
galiyef yoldaş ne olacak
avrasyada hala mazlumların uğultusu
kısa bozkır atlarının nallarından
gizli kıvılcımlar ki etrafa saçılıyor
azadlık mermileridir
çekirdekleri çelik
cehennem gibi sıcak
...
13 Temmuz 1892 tarihinde, Başkurdistan’nın Elimbetova isimli köyünde öğretmen bir babanın çocuğu olarak dünyaya gelen, Lenin’in ölümünden sonra düşünceleri tehlikeli bulunan ve 28 Ocak 1940 tarihinde kurucuları arasında yer aldığı Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB)’nin o dönemki yöneticisi Stalin’in emriyle kurşuna dizilen Mir Said Sultan Galiyev hakkında Attila İlhan dışında biyografi kitabı yazanlarda oldu.

Halit Kakınç tarafından önce doktora tezi olarak yazılmaya başlanan daha sonra kitap haline getirilen “Sultan Galiyev ve Milli Komünizm” hakkında Prof. Dr. Toktamış Ateş şöyle yazar; 
“…Sultan Galiyev, içinde yaşadığı dönemin tüm fırtınalarına göğüs geren ve inancıyla, sezgileriyle, ruhuyla ve cismiyle katıldığı bir kavgada, oradan oraya savrulan bir siyasetçi ve bilim insanı. Yaşadığı çağda böylesine önemli işlevler üslenen ve daha sonraki dönemlerde de, hakkında çok çalışmalar yapılan böyle bir kişinin, Türkiye’de pek bilinmemesi ve bilenlerin önemli bir bölümünün, Komünistliğini ihmal ederek, Türkçülük yanını ön plana çıkarmaları, çok ilginçtir. Türkiye’de solcu olmak; uzun dönemlerde, vatansızlık, ulusal duygulardan yoksun olmak vb. gibi tanımlandı ve tanıtılmaya çabalandı...”
Yaklaşık 2 yıl önce “Müslümanları unutmayın” başlıklı yazısında Soner Yalçın şu ifadeleri kullanır; 
“...Tev­hid di­ni, şirk di­ni­ne dö­nüş­tü­rül­dü. Ama bu­na ye­nik düş­me­yen­ler de ol­du. Ör­ne­ğin… Dün; “İt­ti­had- ı İs­la­m” di­yen Na­mık Ke­mal gi­bi Jön Türk­ler de var­dı. Dün; Sal­ta­na­tın göl­ge­sin­de­ki ge­le­nek­çi Müs­lü­man­la­ra kar­şı çı­kıp Kur­tu­luş Sa­va­şı için Ana­do­lu yol­la­rı­na dü­şe­ni Meh­met Akif gi­bi ay­dın Müs­lü­man­lar da var­dı. Bugün de milliyetçiler, halkçılar, sosyalistler ve “adil düzen” savunucusu Müslümanların katılacağı –Sultan Galiyev’in yaptığı gibi- yeni bir “Doğu Halkları” ittifakına ihtiyaç vardır…”
Nihat Genç Galiyevizm’i tanımlıyor;
“...doğulu halklar, Amerika, Avrupa ve Rus emperyalizminden korunmak için kendi konfederasyonlarını, sosyalizmlerini kurmak zorundadır!..Bunu tamamlayan görüş şudur: sanayi devrimini yaşamamış doğulu türk, fars, arap, müslüman halklar, milli ve islami değerleri korunarak sömürgeler enternasyonalizmini kurmalıdır!...”
Son olarak Emre Kongar Galiyev hakkında der ki; 
“…Bilindiği gibi Sultan Galiyev komünizm ile Müslümanlık ve Türklük arasında bir sentez arayan, Orta Asya’daki Türk topluluklarını birleştirerek, komünist bir Türkistan devleti kurmak isteyen, bu anlamda “Türkçü ve Müslüman bir komünizm” akımını savunan liderdi.”

Sovyet devriminden kısa bir süre sonra, 1928 yılında Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin dağılacağını ön gören Galiyev; 
“Bugün, SSCB adı altında yeniden kurulmuş olan eski Rusya, uzun ömürlü değildir. Geçici ve muvakkat bir şeydir. Bu durum ölmekte olan birinin son nefesi, son çırpınışlarıdır. Rusya dağılacaktır…”
Sultan Galiyev; Turancı Komünist değildi, Mazlum Doğu Halkları’nın savunucusu İslamcı Sosyalistti. İslamcı Sosyalizm ‘Halk Sosyalistliği’ne eş değerdir. Halk sosyalistliği ise dinsiz olmaz. Bu bağlamda şunu söylemekte fayda var, her sosyalizm dinsizlik değildir. Sosyalizm maddi gelirde eşitlik değildir sadece, dini yaşamda da özgürlük ve eşitliktir. Rusya Müslümanları 100 yıl önce dinlerini özgürce yaşamak için bedel ödediler, Lenin’e ve Bolşevik Devrime yardım ettiler. Sonrada Stalin tarafından perişan edildiler. Dinsiz devletin ömrü kısa olur.
MEHMET POYRAZ

Sebîlürreşad Dergisi, Sayı: 1013, Ocak 2017

Tolstoy İslamiyeti seçti mi?

Zengin bir ailenin çocuğu olarak, Rusya’nın Tula şehrinde 9 Eylül 1828 tarihinde doğan dünyaca ünlü edebiyatçı Tolstoy’un 82 yıllık ömrü trajik biçimde bir tren istasyonunda 20 Kasım 1910’da son buldu. Günümüzde de hâlâ ayakta durmaya devam eden Yasnaya Polyana isimli bir konakta doğan, ailesinden habersiz düştüğü bunalım sonrası ve nereye gideceğini tam olarak bilemeden çıktığı tren yolculuğu esnasında yaşamını yitirenLev Nikolayeviç Tolstoy geride destansı eserlerinin yanı sıra, dini inancı yönünde soru işaretleri de bıraktı. 
Hayatı boyunca gelir eşitliğini, insanoğlunun yaşam standardını sorgulayan Tolstoy, doğuştan doğal olarak mensubu olduğu Hristiyan dinine karşı eleştirileri ile de bilinmekte. Fakir köylülerin yaşantısına çok üzülen Tolstoy tüm servetini bu insanlara bağışlarken, Hristiyanlığın adaletli bir din olmadığını savunmuş hatta bu yüzden kilise tarafından aforoz edilmiştir. 2016 yılında Rusya’da yapılan en sevilen yazar anketinde Dostoyevski ile beraber birinciliği de paylaşan, İslam dinine sıcak ve gayet olumlu bakan Tolstoy’un;
“Muhammed her zaman Evangelizmin (Hıristiyanların) üstüne çıkıyor. O insanı Allah saymıyor ve kendini de Allah ile bir tutmuyor. Müslümanların Allah’tan başka ilahı yoktur ve Muhammed O’nun peygamberidir. Burada hiçbir muamma ve sır yoktur”, şeklindeki yorumu  da hayli önem arz etmektedir. Bu söyleminden İslamiyeti tercih edip etmediğini; 1909 yılında yayımladığı risaleden, Allah’a olan inancından, Hristiyan dinine karşı aldığı tavırdan ve Rus aydınlarının kaleme aldıkları kendisi hakkındaki yorumlardan tahmin etmek mümkün. Önemli bir kesim Tolstoy’un İslamiyeti seçtiği yönünde hemfikir. Hatta, evini terk edip çıktığı yolculukta tren istasyonunda zatürreden yaşamını yitiren Tolstoy’un İslam dinine uygun şekilde defin edildiği de rivayet edilmekte.
Rusça“Hz. Muhammed’in Kuran’a girmemiş hadisleri”, Türkçesi ise yakın tarihlerde  “Hz.Muhammed” adıyla yayınlanan kitabını, 1908 yılında Hindistanlı Alim Abdullah El Sühreverdi’nin “Hz. Muhammed’in Hadisleri” adlı risalesini okumasından sonra yazmaya karar veren Tolstoy’un bu eseri, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB), günümüzde ise Rusya Federasyonu’nun başkenti Moskova’da ölümünden yıllar sonra tekrar basılmak istense de, sansür kurulunun engeline takılıyor. Bir süre sonra, kitabın kendisi de yok oluyor.
1990’larda Sovyetler Birliği’nin dağılmasından ardından tekrar gündeme gelen bu kitap; önce Azerice, sonra Türkçe olarak yayınlandı. Lev Nikolayeviç Tolstoy, günümüzde olduğu gibi o yıllarda da hayli ünlü ve ilgi gören bir yazardı, aydındı. İlk olarak 1909 yılında Çarlık Rusya’sında yayınlanan bu kitap fazla gündeme getirilmedi. O yıllar, sosyalist düşüncenin ülkede tohumlarını attığı yıllardı. Kiliseden umudu kesen halk yeni bir arayışta idi, sosyalist düşünce ile tanıştırıldı. Şayet Tolstoy, bu eserini biraz daha erken kaleme almış olsaydı ülkede İslam adına önemli gelişmeler yaşanacaktı ve büyük bir nüfusun İslamiyeti seçmesi olasılıktı.
Kaos ortamında yazıldığından ilk önce fazla dikkat çekmedi.Sovyetler Birliği’nde halk en çok ülkenin liderlerinden Stalin’den çok çekmiştir. Stalin’in döneminde halk dinden soğutulmak istenmiştir. Yine bu dönemde Tolstoy’un risalesi tekrar gündeme gelsede, başarılı olunamıyor. Ölümünün 116.yıl dönümüne denk gelen bugünlerde hâlâ Tolstoy’un Müslüman olup olmadığı tartışılırken, ünlü edebiyatçının şu yorumunu da sizlerle paylaşıyorum;
“Bunu söylemek ne kadar tuhaf olsa da benim için Muhammedilik, Haça tapmaktan mukayese edilmeyecek kadar üstündür. Eğer insan seçme hakkına sahip olsaydı, aklı başında olan her Hıristiyan ve her bir insan şüphe ve tereddüt etmeden Muhammediliği, tek Allah’ı ve O’nun peygamberini kabul ederdi.”
MEHMET POYRAZ - Sebîlürreşad, Kasım 2016