12 Kasım 2017 Pazar

Ekim Devrimi’nin 100.yıldönümünde Bolşevik Müslümanlar

Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB)’nin kurulmasında önemli rol üstlenen 
Müslümanlar tam 100 yıldır görmezden geliniyor ve şiddetli şekilde inkar ediliyor...

Fergana vadisinde gerçekleştirilen Ermeni katliamı neden gizleniyor?

1917 yılında Rusya Çarlığında gerçekleşen sosyalist ihtilal tüm dünyada ‘Ekim Devrimi’ olarak bilinir. Bölge Bolşevikleri tarafından organize edilen sosyalist ihtilal, Jülyen takvimine göre Ekim ayında gerçekleştiğinden adı ‘Ekim Devrimi’ olarak hafızalara kazınmıştır. Tüm dünyanın kullandığı ve günümüzde dahi esas takvim olan Miladi’ye göre, ‘Bolşevik Devrim’, yani ‘Ekim Devrimi’ Kasım ayına denk düşmektedir. Rusya’da sosyalizme kadar Jülyen takvimi kullanılmıştır. Ardından Miladi’ye geçilmiştir. Yine dönemin Rusya’sında, Çarlık rejimi Jülyen’i dayatırken, bölge Müslümanları Hicri takvimden asla vazgeçmemiştir.
Devrimden sonra Rusya’da, ne Hicri kalır, ne de Jülyen. Hicri takvimi Müslümanlar hâlâ kullanır, zaten kullanılması da şarttır dini vecibelerimiz gereği.
Jülyen takvimine dönersek, M.Ö. 100 – 44 yılları arasında hüküm süren Roma İmparatoru Jül Sezar tarafından icat edildi. Sezar tarafından, kendine özgü ve Miladi’nin karmaşık haline getirilen Jülyen takviminin bir değişik versiyonu da Bizans İmparatorluğu tarafından kullanıldı. Bizans veya Ortodoks takvimi olarak bilinen bu takvim, 1453 yılında İstanbul’un fethinin ardından son buldu.
Kendini Bizans’ın mirasçısı ve Hristiyanların savunucusu gibi gören Rusya Çarlığı tarafından 1700 yılına kadar kullanılan Bizans takvimi, Balkanlarda da büyük ölçüde kullanıldı. Jülyen ile Bizans takviminin aralarındaki fark yılbaşı gününün ayrı tarihlerde olmasıdır. Bizans yani Ortodoks takviminde yıl, bir süre 1 Eylül ile başladı, nedenine gelince, Bizanslılar o dönem, Hazreti İsa’nın doğum gününü bu tarih olarak belirlemişti. Daha sonra Hazreti İsa’nın doğum tarihini 21 Mart yaptılar. Daha çok Rum Ortodoks Kilisesi ile Rus Ortodoks Kilisesi tarafından kullanılan Jülyen takvimi günümüzde hâlâ Rusya’da çeşitli kiliseler tarafından kullanılmaktadır.
Jülyen ve Bizans takviminin detayı dipsiz bir kuyudur. Önce, Katolik ve Ortodoks çatışması yani mezhep kavgası karşımıza çıkar. Avrupa’da ve Rusya’da bir zamanlar Katolikler için adeta sürek avı düzenlenmekteydi ve hunharca katlediliyordu. Batı dünyasında Jülyen – Bizans takvimi esaslı hiçbir hadise kayıtlarda yoktur, gündeme gelmez, buna İstanbul’un fethi de dahil. Fakat, Rusya’daki Ekim Devrimi her nedense Jülyen takvimine göre anılır. Tarihi kayıtlara bu şekilde geçen Ekim Devrimi üzerinden “Bizans ruhu” diri tutulmaktadır da diyebiliriz.
Müslüman Sosyalistleri
Komitesi
Ekim Devrimi’nin gerçekleşmesinden aylar önce, bölge Müslümanları sosyalist kimlik üzerinden bir çıkış yolu aramaktaydı. İkinci sınıf vatandaş muamelesi gören Müslümanlar adına Molla Nur Vahidov tarafından, günümüzde Rusya Federasyonu’na bağlı olarak Tataristan Özerk Cumhuriyeti’nin başkenti Kazan’da siyasal örgütlenmenin temeli atıldı. Vahidov’un önderliğindeki 1917’nin Nisan ayında gerçekleşen oluşumun adı Müslüman Sosyalistleri Komitesi’dir. Kısa adı MUSKOM olan bu komitenin ismi konusunda grup içesinde hayli tartışmalar ve fikir ayrılıkları da yaşanır. Vahidov’un arkadaşları ısrarla komitenin adının “Tatar Sosyalistleri” olmasından yanadır. Vahidov şiddetle karşı çıkar bu isme ve ısrarla komitede “Müslüman” kelimesinin geçmesinden yanadır. Molla Nur Vahidov’un isteği olur. Oluşumun adı Müslüman Sosyalistleri Komitesi olur. Vahidov’a göre, yok sayılan, aşağılanan ve ezilen Müslümanların kurtuluş hareketi Kazan’dan başlamalıydı. Komitenin sekreteri İbrahim Koliyev isim konusundan ve Vahidov’dan şöyle bahseder;
“Biz ne kadar komitenin Tatarlar arasında çalışması gerektiğini ve ancak o ölçekte iş yapabileceğini söylesek de, O kendi sözünden bir adım geri gitmedi. Tersine, bu komitenin bütün İslâm aleminde kurulacak komitelerle birlikte çalışması ve sadece Tatarlar arasında değil, belki bütün İslam dünyasında sosyalizm fikrini yaymaya çalışması gerektiği düşüncesinde ısrar etti. Bizde, sonunda ona katıldık ve ‘Müslüman Sosyalistleri Komitesi’ ismiyle işe başladık.”[1]
Ümmetçilik Vahidov’un düşüncesinin merkezindedir. Ulusal kurtuluş değildi düşüncesi, öyle olsaydı eğer zaten “Tatar Sosyalistleri” ismini pekala kabul edecekti. Hedefi, Rusya Müslümanları başta olmak üzere tüm dünya Müslümanlarını, Doğu’nun mazlum halklarını hak ettikleri mevkide yaşatmaktı. Vahidov’un derdi ümmetti, İslam’dı. Sovyet devrimi sonrası yaşamını Türkiye’de sürdüren Abdullah Battal Taymas hatıralarında Vahidov’dan şöyle bahseder; “Kazan’da Mollanur Vahidov adlı birisi, Müslüman işçileri adına sosyal demokrat teşkilatı kurmuş ve Kızıl Bayrak isimli gazete çıkarmaya başlamıştı.”[2]
Şimdi burada, akıllara şu sentez de gelmekte; “İslam” ve “sosyalizm”, ne alaka değil mi? O dönemin sosyalistlerini, günümüzdeki sosyalistlerle bir tutmamak gerekiyor. Sadece Rusya, Kazan Müslümanları değil, aynı dönem yine Rusya’da, Osmanlı’da; Selanik’te, İstanbul’da ve Anadolu’da, Yahudiler, Rumlar ve Ermeniler fikirlerinin içinde “sosyalist” kelimesi geçen ırkçı ve faşist oluşumlar kurmuşlardır. Bunlardan bazıları şöyle; Yahudi Sosyalist Selânik İşçi Federasyonu, Hınçak Sosyal Demokrat Partisi, Osmanlı Sosyalist Fırkası, Türkiye Rum Sosyalist Merkezi, Makedonya İç Devrimci Örgütü, Daşnaksutyun Ermeni Örgütü. “Komün” taraftarı Türkler de var. Bunlardan biri, Anadolu’dan Rusya’ya geçen ve orada Türkiye Komünist Partisi’ni kuran Mustafa Suphi’dir. 1883 Giresun doğumlu ve 28 Ocak 1921 yılında arkadaşlarıyla birlikte hunharca katledilen, cesedi Karadeniz’e atılan Mustafa Suphi ve arkadaşlarını yukarıda örnekler verdiğim örgütlerin düşünce yapısından ayrı tutmak gerekiyor. Mustafa Suphi panislamisttir. Suphi’ye alternatif olarak, o dönem Anadolu’da sipariş üzerine kurulan diğer komünist partiyi de hatırlatmak isterim.
1890’lardan itibaren etnik ve dini kurtuluş yolu arayan birçok oluşum, “sosyalist” kelimesini kullanmıştır fakat uyguladıkları meçhuldür.
Müslüman Sosyalistleri Komitesi’nin başkanlığına Molla Nur Vahidov seçilirken, yardımcılık görevine bir bayan getirilir. Adı; Emine Muhiddinova’dır. Her ikisi de komite sekreteri Koliyev gibi Tatar Türklerindendir.
Muhiddinova, Müslüman Sosyalistleri Komitesi’ni anlatıyor;“Müslüman proletaryasını, Tatar proletaryasını Doğu’daki devrimci askerin öncü partisi yaparak, Doğu’nun bütün mazlum halklarını Avrupa kapitalizminin boğuşlarından azad etmek.”[3]
Ekim sonrası Sovyetleşme sürecine büyük ölçüde katkı sunan, Lenin ve Stalin’den sonra ilk gelen isim olan Sultan Galiyev, Molla Nur Vahidov ile 1-11 Mayıs 1917 tarihleri arasında gerçekleşen “Tüm Rusya Müslümanları Kongresi”nde tanışır. Moskova’da bir okul binasında gerçekleşen kongreye 450 delege davet edilir. Katılım oranı yüksek olur. Delege sayısı 980’e çıkar. Ve bir ilk de yaşanır; kongreye 112 kadın delegede katılır. Müslüman tarihinde ilk defa bu sayıda kadınlar ilgi gösterir bir kongreye. Moskova’daki bu kongre  sonrası Müslüman Sosyalistleri Komitesi’ne katılan Sultan Galiyev burada kritik görevler üstlenir. Komitenin büyümesi adına önemli propaganda çalışmaları yapar. 1918 yılında Vahidov’un öldürülmesinin ardından MUSKOM’u yöneten Galiyev liderini hiçbir zaman unutmaz. Vahidov’un davasını olduğu gibi sürdürür.
Ekim devrimi süreci
1917 yılının sonbaharında, 7 Kasım’da Petrograd ve Kazan’da Ekim Devrimi kendini gösterir. Çoğunluğu Rus olan işçi, köylü ve düşük rütbeli askerlerden oluşan silahlı Bolşevikler bu iki şehrin yanı sıra ülke genelinde yönetime el koymaya başlar. Çar’ın idaresindeki Rus ordusunda görevli bulunan subayların Bolşevik tarafına geçmesi istenir. Taraf değiştirmeyen subaylar Bolşevikler tarafından tutuklanırken, kimileri de infaz edilir. Artık saflarda net olarak belirlenir; Beyazlar ve Kızıllar. Çar ve Geçici Hükümet yanlısı tek askeri güç Beyazordu’dur. Rusya genelinde Bolşevikler tarafından yerel hükümetler kurulur. Bu yerel yönetimlerin üyeleri belirgin şekilde Rus halkındandır.
Sultan Galiyev 1917’deki Bolşeviklerin darbesine Kazan’da şahitlik eder. Ülkedeki rejim değişikliğinin ilk günlerinde çoğu Müslüman gibi Galiyev’de fazla aktif değildir.[4]
Rusya’daki bu devrim alt sınıfın tetiklemesiyle başlamıştır. Birçok bölgede işçi sınıfıyla düşük rütbeli askerlerin birlikte hareketiyle kendini gösteren Ekim Devrimi, Kazan’da da yine düşük rütbeli askerlerin yönetime el koymasıyla tetiklenir. Kazan Askeri Garnizonu’nda görevli Rus astsubaylar tarafından, er düzeyindeki askerlere verilen emirler doğrultusunda yüksek rütbeli subaylar tutuklanır. Küçük bir karmaşadan sonra Bolşevik yanlısı sivil Ruslar garnizondaki astsubaylar tarafından silahlandırılır. Bu esnada da Kazan Müslümanları yaşanan hadiseyi kavramaya çalışmaktadır. Bir gün içerisinde gerçekleşen Bolşevik yanlısı askeri harekatın yanında Rus milisler de yer alır. Hadiselerin ertesi gününde artık her şey bitmiştir, Rusya’yı o esnada yönetmeye çalışan Çar yanlısı “Geçici Hükümet”in az sayıdaki taraftarları Bolşevikler tarafından teslim alınır. Rusya’nın bütün bölgelerinde olduğu gibi Kazan’ın yönetimini de Rus Bolşevikler üstlenir. Bir süre sonra, Kazan’daki barut fabrikasında çalışan yaklaşık 300 kadar Müslüman işçi, Bolşeviklere, kızıl muhafızlara katılır. Bu katılım, Müslümanların Kızıllara ilk yüksek sayıdaki katılımıdır.
Bolşeviklerden
Müslümanlara çağrı
8 Kasım 1917 tarihinde Sovyetler Kongresi gerçekleşir. Kongrede “Barış Kararnamesi” kabul edildi. Bu kararnameye göre, emperyalist savaşlara karşı ve ilhaklar ile tazminatların olmadığı bir barış uğruna savaş ilan edilmiş olup; ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı benimsenir.[5] Ardından Bolşeviklerin lideri Lenin tarafından Müslümanlara çağrı yapılır. 1917’de Aralık ayının ilk günlerinde, Rusya basınında yer alan Lenin’in çağrısını, İstanbul’da yayınlanan dönemin gazetelerinden Vakit 2 Ocak 1918’de sütunlarına taşır;
“…Ey Rusya Müslümanları! Ey Volga ve Kırım Tatarları. Ey Sibirya ve Türkistan Kırgızları… Ey Kafkasya Tatar Türkleri ve Ey Kafkasya Çeçenleri. Bu saniyeden itibaren sizin dünyalarınız milli ve harsî (kültürel) müesseseleriniz her türlü müdahale ve taarruzdan beridir. Milli hayatınızı serbestçe tanzim ediniz. Size bu hakkı veriyoruz. Biliniz ki sizin ve Rusya’nın diğer milletlerinin hukukunu ihtilalin bütün kuvveti himaye edecektir. Siz de ihtilale ve onun salâhiyettar hükümeti olan hükümet-i hâzıraya yardım ediniz. Ey Şark Müslümanları! Ey Türkler İranlılar Araplar ve Hintliler, Avrupa asırlardan beri sizin canınızı, malınızı, hürriyetinizi ve vatanınızı bir ticaret metaı diye telakki ediyordu. Bu harbe ibtidâ eden haydutlar sizin memleketinizi taksim etmek istiyorlardı. Size beyan ederiz ki sâbık Çar tarafından İstanbul’un zaptına dair tanzim ve ahiren bertaraf ettiğimiz Kerenski tarafından teyid edilen hâfî muahedeler hükümden ıskat edilmiştir… Size şurasını da beyan ederiz ki Türkiye’nin mukassemesine ve Vilayeti Şarkiye’nin kendisinden ayrılmasına dair olan hafi muahede yırtılmıştır ve yok hükmündedir.
…Hind Müslümanları bile şimdiye kadar kanlarını içen İngilizlere karşı ayaklanmışlardır. Kaybedecek zamanımız yoktur. Siz kendiniz memleketinizin hâkimi ve efendisi olmalısınız. Mukadderatınızı kendi ellerinize almalısınız. Biz demokratça bir sulhe doğru kati ve azimkârane bir suretle ilerliyoruz. Bayraklarımızda her şeyden evvel cihanın milel-i mahkûmesini kurtarmak yazılıdır. Rusya Müslümanları, sizden muavenet bekliyoruz. Şark Müslümanları! Sizden de muhabbet ve teveccüh bekliyoruz.”[6]
Bolşeviklerin daha doğrusu Lenin’in bu sözlerine inanan binlerce Müslüman devrimde Kızıllar tarafında yer alır. Rusların oluşturduğu Kızılordu’ya katılmazlar. Aksine kendi birliklerini kurarlar; Müslüman Kızılordu.
Lenin ve ekibi biliyordu, Müslümanlar olmadan Sovyet devriminin gerçekleşemeyeceğini. Zira, aynı dönem Rusya Müslümanları da en başında da belirttiğimiz gibi çıkış yolu aramaktaydı. Müslümanlar, bağımsız bir İslam ülkesi hayali ile Bolşeviklerin yanında Beyazlara, Çarlığa karşı savaşmış, yeni rejimin temelini atmışlardır.
Bolşevik saflarda
Nakşibendi tarikatı
Sosyalist Müslümanlar, Sultan Galiyev ve Molla Nur Vahidov’un liderliğinde küçük gruplar halinde Ekim Devrimi sürecinde yer alırken, bir kısım Müslümanlarda bu uğurda tarihe not düşerler. Bunlar Nakşibendi tarikatının muhalif bir kanadını oluşturan, Kazan bölgesinde oldukça etkin olan, Veysiciler adıyla da bilinen Vaizitler’di.
1860’lı yıllarda kurulan Bahaattin Vaizov tarafından kurulan bu tarikat, bölgedeki Nakşilerin muhalif kanadını oluşturmaktaydı. Veyselciler olarak ta anılan bu tarikatın tüm mensupları küçük esnaflardı. Ekim Devrimi’ne örgütlü olarak katılan tek Müslüman grup olan Veysiciler çok tutucu olmalarıyla da bilinmekte.[7] İnançlarını gerekçe göstererek “Geçici Hükümet”i tanımayı reddeden bu tarikat ilginç bir şekilde Bolşeviklerin tarafında yer alarak devrimin gerçekleşmesine katkı sundular.
Veysiciler, kendilerinden olmayan Müslümanları dışlarken, bunları da sapkın olarak değerlendirmekteydi. Bu tarikattan olmayan Müslümanlarda Veysicilere iyi gözle bakmamaktaydı. Aralarında uçurum ve nefret duyguları hakimdi. Tarikatın dünya görüşünde, Tolstoy sosyalizminin de yer aldığı karma bir fikir de yer almaktaydı.
O dönem Veysicilere göre, Rus Bolşevikler, “Rus kafirler”in yönetimini kabul eden Müslümanlardan daha iyi idi. Yine Rus Bolşeviklerin önemli bir bölümü ateistti.[8]
Sosyalist devrimin gerçekleşmesi uğruna, bütün oluşumları yanlarına çeken Bolşevikler, Veysicilerden oluşan “Allah’ın Alayı”nı, Ekim Devrimi öncesi Eylül ayında silahlandırarak kendi hesaplarına savaşmalarını sağladılar. İşçi sınıfı adına devrim gerçekleştirmeyi planlayan Rus sosyalistlerin, bu tuhaf işbirliğinde üyeleri küçük esnaf olan, radikal Müslüman bir tarikatla beraber olması hayli düşündürücüdür. İki kuşak süren tarikatın kurucusu Bahaattin Vaizov Ruslar tarafından tutuklanarak psikiyatri hastanesine yatırıldı. Tarikatın lideri burada ölürken, yerine de oğlu İran Vaizov geçti.
Babasından daha radikal olan İran Vaizov birkaç defa Ruslar tarafından tutuklanıp serbest bırakıldı. 1917’ye gelindiğinde ise artık Bolşeviklerin yanındadır. Bolşeviklerin bu tarikatla olan işbirliğini yıllar sonra Sovyet tarihçileri anlatmakta hayli zorlanır. Geçerli bir açıklama yapamaz tarihçiler.[9]
Düşünün ki; devrimci proletarya ve cihat adına yola çıktıklarını savunan İslami bir örgüt yan yana.
1930 yılında, Tatar tarihçisi Saceddin bu tarikatla ilgili şu yorumu yapar;
“Elbette, Allah’ın Alayı Bolşevikler tarafından silahlandırılmıştı. Örgütsel açıdan bu karar elbette haklı idi. Fakat ideolojik açıdan bu önlem tehlikeli idi. Bu, din ile komünizmi bağdaştırmanın olanaklı olabileceği yanılsamasını yaratabilir ve Sovyet iktidarı ile mistik tarikatlar arasında benzerlik olduğu sanısını yaratabilirdi.”[10]
Sultan Galiyev’le hiçbir bağı olmayan bu tarikatın Bolşeviklerin yanında yer alması, İslami Sosyalizm düşüncesinin oluşmasında itici güç olup olmadığı da meçhuldür.
Devrimde Müslümanlar görmezden gelindi
Sultan Galiyev, Kazan Müslümanlarının Ekim’de fazla yer almayışlarının ezikliği içerisindedir. Galiyev, devrimden dört yıl sonra, 1921 yılında yazdığı “Tatarlar ve Ekim Devrimi” başlıklı makalesinde Ekim Devrimi’ndeki Tatar Müslümanları anlatır;
“Ekim Devrimi’nin dördüncü yılında Tatar halkının bu devrime katılmanın bilançosuna göz atacak olursak, itiraf etmek zorunda kalırız ki; emekçi yığınları ve Tatar toplumunun yoksul tabakaları devrime hiçbir katkıda bulunmamıştır.”[11]
Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB)’nin kurulması sonrası, Müslümanların Ekim Devrimi’nde fazla yer almayışları hep yüzlerine vuruldu. Müslümanların bu hali, dönemin Sovyet tarihçileri tarafından çarpıtılarak, Ekim’de olmayışlarının 100 yıl kadar konuşulması sağlandı. Ekim Devrim sonrası, ümmet bilinciyle Kızılordu saflarında savaşan Müslümanları kimse anlatmak istemedi. Müslümanlar, devrimin ilk günlerinde yaşanılanları, Rusların birbiriyle olan kavgası gibi görüp tarafsız kalmıştır. Müslümanların tarafsız kalmasını Bolşevik yanlısı olarak ta algılayabiliriz. Çoğu Müslüman, Bolşevik’in, sosyalizmin ne olduğunu dahi bilmeden, İslam ülkesi hayalleri ile ölümüne savaştı. Özgürce dinlerini yaşayacaklardı. Lenin’in çağrısı ve Sultan Galiyev’in gayretleriyle Bolşevik saflarda yer alan Müslümanlar, devrimin tamamlanmasının ardından verilen vaatlerin yerine getirilmesini istedi. Ne yazık vaatlerin hiç biri yerine getirilmedi. Önce Lenin oyaladı Müslümanları. Sonra Lenin ölünce Müslümanların ülke hayali suya düştü. Sovyetleri yönetmeye Stalin başladı. Basın yoluyla, edebiyat yoluyla haklarını isteyen Müslümanlar, Stalin’in emri ve planlarıyla tek tek yok edildi. Öncelikle Müslüman Kızılordu’nun önde gelenlerini katlettiler. 1918 – 1923 yılları arasında aktif olarak Sovyet devriminde yer alan Sultan Galiyev ve birçok aydın Müslüman vatana ihanet suçlamasıyla önce yalnızlaştırıldı, hapse atıldı, ardından infaz edildi. Bu kıyım 1938’lere kadar sürdü. Çoğunun mezarı dahi bulunamadı. Sovyetlerin yıkılmasının ardından katledilen bu insanların mezarlarına ulaşılmaya çalışılsa da nafile, fazla bir sonuç elde edilemedi. 60’larda, 70’lerde kendini Türkiye’de de göstermeye başlayan Sovyet eksenli sosyalist düşüncede, bağımsızlık ve İslam ülkesi adına canlarını veren Bolşevik Müslümanlardan hiçbir zaman bahsedilmedi. Ekim Devrimi gerçekleşmeden önce, Çarlık Rusya Erzurum’a kadar işgal etmiş, İstanbul boğazını ele geçirmenin hesabını yapıyordu. Yıllarca kimi kesim şu yalanı söyleyip durdu; “Sovyetler, Lenin ve Stalin Türkiye’ye iyilik etmiştir, faydası dokunmuştur. Çarlık ordusu Anadolu’yu işgal etmişti. Sosyalizm gelince buraları terk ettiler.”
Doğrudur, sosyalizm gelince terk ettiler ama neden? Bu sorunun doğru cevabını yıllarca gizlediler, çarpıttılar. Bolşevik saflarda yer alan Müslümanların gayretleriyle, Rus ordusu Anadolu’dan çekilmiş, İstanbul boğazını ele geçirme planı askıya alınmıştır. Stalin makamını sağlamlaştırdıktan hemen sonra ölünceye kadar İstanbul boğazında ve Kars bölgesi üzerinde hak iddia etmiş, ısrarla istemiştir.
Bölge Müslümanları hakkında bir diğer bilinmeyen ise, Bolşevikler eliyle Taşnaksütyun çetesi tarafından Fergana vadisinde gerçekleştirilen Ermeni katliamıdır!




[1]Koliyev, İbrahim. Doğu’nun Büyük Devrimcisi Mollanur Vahidov, Hazırlayan: Galimcan İbrahimov, Kazan 1919, S:73-74, Alıntılayan: Reyhan, Hakan. Doğunun Büyük Devrimcileri, Ankara, Alter Yayıncılık, 2.Baskı, Haziran 2010, S:217

[2]Taymas, Abdullah Battal. Kazan Türkleri, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, Ankara, 1.Baskı, 1966, S: 187

[3]Muhiddinova, Emine. “Şubat İhtilali Döneminde Mollanur”, Doğu’nun Büyük Devrimcisi Mollanur Vahidov, Hazırl.: Galimcan İbrahimov, Kazan 1919, S:46-47, Alıntılayan: Reyhan, Hakan. Doğunun Büyük Devrimcileri, Ankara, Alter Yayıncılık, 2.Baskı, Haziran 2010, S:217

[4]Bennigsen, A. – Quelquejay, C.L. Sultan Galiyev, Üçüncü Dünyacı Devrimin Babası, İst, Sosyalist Yayınları, 1.Baskı, Şubat 1995, S:62

[5]Potskhveriya, Prof. Dr. Boris B. 1920 ve 1930’lu Yıllarda Türk – Sovyet İlişkileri, Türk – Rus İlişkilerinde 500 Yıl Sempozyumu (12-14 Aralık 1992), Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1.Baskı, 1999, S:189

[6]Cesur, Ertuğrul. Müslüman Sosyalistler, Ankara, Eskiyeni Yayınları, 1.Baskı, Ocak 2017,S:110

[7]Bennigsen, A. – Quelquejay, C. Sultan Galiyev ve Sovyet Müslümanları, İstanbul, Hür Yayın, 1.Baskı, Haziran 1981, S:65

[8]Bennigsen, A. – Quelquejay, C.L. Sultan Galiyev, Üçüncü Dünyacı Devrimin Babası, İst, Sosyalist Yayınları, 1.Baskı, Şubat 1995, S:62

[9]Bennigsen, A.A, Wimbush, S.E, Sultan Galiyev ve Sovyetler Birliği’nde Milli Komünizm, İst, Anahtar Kitaplar,1.Baskı, Nisan 1995 S.263-264

[10]Bennigsen, A. – Quelquejay, C.L. Sultan Galiyev, Üçüncü Dünyacı Devrimin Babası, İst, Sosyalist Yayınları, 1.Baskı, Şubat 1995, S:63

[11]Bennigsen, A. – Quelquejay, C. Sultan Galiyev ve Sovyet Müslümanları, İstanbul, Hür Yayın, 1.Baskı, Haziran 1981, S:65-66


Sebîlürreşad Dergisi, Kasım 2017, Sayı: 1022



Amerika’nın komünizm üzerinden oyunları

Bir ülkede, iç savaş veya kargaşa meydana geldiğinde, tarafların kimler olduğundan önce, Amerika Birleşik Devletleri’nin o bölgedeki çıkarlarını sorgulamak daha mantıklıdır. Bu yöntemle, iç savaş veya kargaşanın yaşandığı ülkede asıl amacın ne olduğunu kestirmek kolaylaşır...

İç savaş veya kargaşanın taraflarına gelince, hepsi türlü vaatlerle, dini kaygılar öne sürülerek kandırılmışlardır. Gerçeği öğrenmek, bunları anlatmak ise burada yaptığımız gibi uzun yıllar alacaktır. 
Amerika Birleşik Devletleri (ABD)’nin son 65 yılda dünya üzerinde gerçekleştirdikleri eylemleri anlamanın kodları ülkenin tarihinde gizlidir. 
ABD toplumu, hepimizin de bildiği gibi Avrupa kökenlidir. Dar gelen Avrupa kıtası buranın insanlarında yeni coğrafyaları keşfetme hissi uyandırmıştır. Bu keşiflerin başlıca nedeni gıda ve siyasidir. Avrupa’nın Doğu yolları 1453 yılında İstanbul’un fethi ile tıkanır. Bunun ardından artan nüfus ve çeşitli hastalıklar Avrupa’yı perişan eder. Arayış içerisinde olan Avrupalıların, 1492 yılında başlayan Amerika kıtasının işgali sonrası ABD 4 Temmuz 1776’da resmen kuruldu. Ülkenin kuruluşuna kadar, kıtada milyonlarca yerli insanın canına kıydılar. Sömürecek insan kalmayınca bu seferde, Afrika’dan getirdikleri yerlileri köle olarak yıllarca kullandılar, katlettiler. Bu köleler siyah tenli idi, şans eseri ölmeden hayatta kalanların torunları ikinci sınıf vatandaş olarak hâlâ günümüzde yaşamlarını sürdürmeye çalışmaktadırlar.
1860’lı yıllarda başlayan ABD yayılmacılığının öncesinden kısa bir sürece öncesine göz atacak olursak, yıllardır uyguladıkları politikalar konusunda nasıl deneyimli olduklarını görebiliriz. Ülke koca bir iç savaş gördü. 
1861 ile 1865 yılları arasında yaşanan iç savaşta insanlar birbirlerini canice öldürdü. Bu savaşı takiben sınıf savaşları. Siyah tenlilerin özgürlük istekleri bir yana,  işçi sınıfının hareketi ülkenin başına bela olur. İşçi sınıfın hak ve talepleri aslında iç savaş öncesine dayanır. Savaş sonrası işçi sınıfı tekrar hareketlenir. 
İşçi sınıfını savunduğu iddia edilen komünist fikrin öncüsü Karl Marks ilk yazılarını, Amerika’daki işçi sınıfına hitaben kaleme alır. 1 Mayıs İşçi Bayramı’nın kökeni de ABD’ye dayanırken, sendikacılık, işçi dayanışması yine bu ülkede ortaya çıkmıştır. Kendilerini sosyalist olarak gören işçilerin sendikasından sosyal demokrat partiye dönüşüm yaşanır. 1890’da Sosyalist İşçi Partisi, bu parti üyeleri tarafından 1897’de Sosyal Demokrat Parti kurulur. Her iki partinin üyeleri bir araya gelerek, 1901 yılında Birleşik Devletler Sosyalist Partisi’ni kurar. Birinci Dünya Savaşı başladığında Birleşik Devletler Sosyalist Partisi’nin üye sayısı 100 bini aşar. Sosyalist Amerikalıların bu davası kolay olmaz, gerçekleştirdikleri birçok grevde ve protestolarda yüzlercesi polis tarafından öldürülür ve tutuklanır. 
Bu partiler, işçileri temsil etmelerinin yanı sıra son evrede baş gösteren dünya savaşına da karşıdır. Birinci Dünya Savaşı adına seferberlik çağrısı yapan ABD hükümeti sosyalistler tarafından protesto da edilir, çeşitli hadiselerde yaşanır. Dönemin ABD hükümeti, savaşın yanı sıra kendi ülkesindeki sosyalistlerle mücadele ederken, 1917 yılında Kasım ayının başlarında Çarlık Rusya’da sosyalist devrim meydana gelir. Çarlık dönemine kadar Rusya’da Jülyen takvimi kullanılmaktaydı. 
Miladi 7 Kasım 1917 tarihinde gerçekleşen sosyalist devrim, Jülyen takvimine göre 25 Ekim 1917’ye denk geldiğinden, ülkedeki Çarlık rejiminin devrilmesine Ekim Devrimi denilmektedir. 1919 yılına gelindiğinde, Birleşik Devletler Sosyalist Partisi’ne mensup aşırı sol kanattaki ve taze komünist ülke Sovyetler Birliği hayranı bir grup tarafından yeni bir parti kurulur. 
Parti kurucuları, 30 Ağustos 1919’da gerçekleşen Sosyalist Parti Olağanüstü Kurultayı’nda partiden ihraç edilen isimlerdir. Bu isimler hemen ertesi günü 31 Ağustos 1919 tarihinde Amerika Birleşik Devletleri’nin ilk komünist partisini kurar. Bu, Amerika Birleşik Devletleri Komünist Partisi’dir. Sosyalist Parti içerisinde meydana gelen hizipçilik bitmez, 31 Ağustos’tan bir gün sonra, 1 Eylül 1919 tarihinde II. Amerika Birleşik Devletleri Komünist Partisi kurulur. Her iki parti de 2 yıl kadar siyasal yaşamlarına devam eder. İşte bu yıllarda ABD’nin başı iyice ağrır. İşçi sınıfı hareketi, dünya savaşı, sosyalistlerle mücadele derken bu seferde ülkede iki komünist parti kurulmuştur. Bu dönemde yüzlerce ölüm, binlerce tutuklama yaşanır Amerika Birleşik Devletleri’nde. Bunların hepsi ABD hükümetinin eliyle olur. 1921 yılına kadar varlığını sürdüren komünist partiler birleşme hususunda devamlı olarak istişare halinde oldular. Yasal olarak çalışmalarına hükümet tarafından izin verilmediğinden ülkedeki komünistler umutlarını Aralık 1921 yılında kurulan İşçi Partisi’nde bağladılar. Bunda da başarılı olamadılar. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB)’den Lenin, 2 Ağustos 1921 tarihinde,  “Uluslararası Proletaryaya Çağrı” başlıklı bir bildiri yayınladı. Lenin bildirisinde, tüm dünyadaki işçilere sesleniyor, Sovyet Rusya’ya yardım etmelerini istiyordu. ABD’li komünistler bu çağrıya kayıtsız kalmadı ve hatırı sayılır para topladılar. 1923 yılında yasadışı Komünist Partisi ile yasal İşçi Partisi birleşerek, önce İşçi Partisi adıyla, daha sonra ABD Komünist Partisi adıyla ve legal biçimde yollarına devam ettiler. 1920’li yıllarda ABD meşhur “Buhranlı Dönem”e (1929-1930) doğru giderken, ülkenin komünistlerinde yıllarca süren fikir ayrılığı, daha yıllarca sürecektir. 
1945’lerde komünistler ABD’de yine bölünür, kimi zaman Lenin’i eleştirirler, fikirleri eskimiş derler, kimi zamanda Karl Marks eleştirilerden nasibini alır. 
Komünistler ülkedeki siyasi çalışmalardan nasıl bir deneyim kazandılar, fayda sağladılar bilinmez. Önümüze düşen bir gerçek var bildiğimiz. ABD yönetimi ülkesindeki iç savaştan ve komünist faaliyetlerden öyle tecrübe sağladı ki, diğer ülkelerin siyasal ve coğrafi şekillenmesinde hep oyun kurucu olmuştur. ABD oyun kuruculuğunu, devlet olarak değil, sivil toplum kuruluşları ve şirketler eliyle yapmıştır. ABD menşeili dernekler ve şirketler oyun kuruculuğa alet edilirken, hedefte olan ülkelerin milli ve manevi duruşlarından da faydalanılmıştır. Sadece Türkiye’yi örnek verecek olursak, 1950’li, 1960’lı, 1970’li yıllara gitmemiz gerekiyor. Ne olmuştu o yıllarda? 1950’li yıllarda, Türkiye’nin kutuplaşmasına zemin hazırlandığı yıllarda diyebiliriz. 
Ülkede sadece din üzerinden ve üzerine komünizm korkusu da eklenerek bizi nasıl ayrıştırdıklarını on yıllar sonra rahatça görebiliyoruz. O dönemin çoğunluğunun saf Müslümanların oluşturduğu gençlerin bu oyunları anlaması yıllar sürmüştür. 1950’li yıllara kadar Türkiye’de okutulan, okunan kitap bilgilerinden haberiniz var mı? Ankara’da işi sadece tercüme olan bürolara sipariş verip kitap çevirtilen bir dönemden bahsediyoruz. Folklor, yani halk bilimine bütçe ayrılıp, Anadolu’daki yerel hikayelerin derleyicilerine telif ücreti ödenirken, bir kişiye bile denmemiş ki; “Dünya ölçeğinde milli ve manevi değerlerimiz üzerine kitap yaz, makale yaz.” Cumhuriyetle beraber yönümüz Batı’da olmuştur. 1950 yılına kadar kapalı toplum olarak yaşadığımızı da söyleyebiliriz. Ve bu dönemde, yine Batı geliyor, bu Batı ki; Amerika Birleşik Devletleri’dir, bize neredeyse İslam’ı yeniden öğretecek. Yanı başımızda komünist bir ülke var o dönem; Sovyetler Birliği’dir bu. 1950’ye kadar olan sürede, 33 yılda, bizler komünist ülke olmak istesek çok kolay şekilde olurduk. 
Burada, not düşmek istiyorum; 1920’li yıllarda, ilk komünist Türklerin panislamist bir yapıda olduklarını da belirtmekte fayda var. Mealen, “Komünizm gelecek, din elden gidecek” türünde sloganlarının üreticileri Amerika’dır. ABD bu dönemde güçlenip palazlanırken, bizler ikinci defa çöküş sürecine giriyorduk. Elbette bu yıllarda yaşanılanları itiraf edenler de var ve gerekçeleri; “Soğuk Savaş” dönemi idi, yapacak bir şey yoktu, o dönemin şartları bunları gerektiriyordu. 27 Mayıs 1960 Askeri Darbesi mesela, tamamıyla ABD planı desek yalancı olmayız sanırım. Bu darbeye neden olan Türkiye’nin Sovyetler Birliği’ne yakınlaşması mıdır, yoksa Irak’ın yanı sıra komşu ülkelerle iyi ilişkiler geliştirmek isteyişimiz midir? Cumhuriyet sonrası kaç komşu ülke ile ilişkilerimiz iyi oldu sizce? Bu ve bu gibiler soruları kendi kendimize sormamız gerekiyor ki, gelecek nesillere iyi bir ülke bırakalım. 1970’li yıllar; “askeri darbe”, “sağ –sol” ve  “milliyetçi – akıncılar” kavgası. Ne için? Koca bir hiç! Önce Müslüman kimliği üzerinden devrede olan ABD, bu yıllarda milliyetçi kimlik üzerinden devrede. ABD bu yıllarda da Türkiye’de oldukça aktif, devletin istihbarat bütçesini karşılayan kim? CIA! Bunları dile getirirken inanın insanın tüyleri ürperiyor. 
Bizler, içimizde nasıl canavarlık hisleri beslemişiz yıllarca, artık her şey gün gibi ortada. 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi ve sonraki süreci, daha birkaç yıl önceki oyunları ve günümüzde hâlâ devam eden, devam ettirilmeye çalışılan oyunları çok iyi anlamamız gerekiyor. Türkiye’de kimi sol gruplar İngiltere tarafından yönetilirken, yine bu cenahın hiç Amerikalı komünist yoldaşlarından bahsettiğini hiç duydunuz mu? Bir zamanlar başına bela olan komünizmle yıllarca uğraşan Amerika, bu topraklara yine komünizmle girmiştir. 
Kendi iç savaşında edindiği tecrübeyle, Türkiye’de dahil olmak üzere çeşitli ülkelerde iç savaş çıkarmaya çalışmış, kimilerinde başarılı olmuştur. Birlik ve uyanma vaktidir artık. Ayrışmalara ve dış oyunlara izin vermeyelim.

Sebîlürreşad Dergisi, Eylül 2017, Sayı: 1020

9 Ağustos 2017 Çarşamba

Filistin davasında sosyalistlerin yeri

Bugün İslâm coğrafyasında yaşanılanların önemli bir bölümü bundan tam 100 yıl önce kurgulandı. Batı’nın, habis emellerini gerçekleştirmek için, yüzyıldır Ümmetin üzerinde yapmadığı plan, tasarlamadığı proje, denemediği eylem kalmamıştır. Yüzyıldır coğrafya acı içinde kıvrandı durdu. 

Görünürde en büyük düşman birbirimizdik. Batı kimsenin aklına gelmedi, daha doğrusu getirmediler. Nihayet, Birinci Dünya Savaşı’nın son dönemecine girildiğinde, 1917 yılının yaz aylarında, Ümmetin coğrafyasında başka bir savaşa ve savaşlara zemin hazırlanıyordu. 1917’de Filistin bölgesi, İngiltere’nin işgali altındaydı. İngilizler çok kritik toprakları işgal ettiklerinin farkındaydılar. Sömürgeci bir ülke olduklarından, toprak nasıl sömürülür çok iyi biliyorlardı. İngiltere’nin sömürge şeklini değiştirmeye başladığı dönemde yine bu yıllara rastlamaktadır. 

Londra’nın taktiği şu idi; “Kendimiz yönetmeyelim, bölge insanlarından yapay ve kukla idareciler oluşturalım.” Bu taktik üzerinden hareket eden İngiltere, kendileri adına bölgenin bekçiliğini yapacak insanları çoktan bulmuştu. Filistin’i işgal etmesinden neredeyse 10 yıl kadar önce, bölgeyi emanet edeceği insanları da belirleyen İngiltere’nin planları tıkır tıkır işleyerek günümüze kadar gelmiştir.

Osmanlı İmparatorluğu, Batı’nın işgaline maruz kalıp parçalanırken, dönemin Yahudi lobisi, İngiltere’den kendileri için yeni bir ülke talep etti. Yine aynı dönemde, Rus İmparatorluğu’nda da sona doğru yaklaşılmıştı. Avrupa’da tohumları atılan sinsi bir planı içeren fikirleri, Asya kıtasına taşıyıp filizlendirmek, dönemin Rus aydınlarına kalmıştı. 1917 yılında dozu da arttırılarak, Almanya’nın da desteğiyle Rusya’da yayılmaya çalışılan bu fikirleri içeren planın adı: komünizmdir. 

365 yıldır Rus işgali ve eziyeti altında yaşayan, Çarlık döneminde dinini yaşayamayan, asilime politikalarına maruz kalan, ikinci sınıf vatandaş muamelesi gören Ümmet, bu yeni fikir üzerinde ümitlerinin yeşereceği zehabıyla, din özgürlüğü ile bağımsızlık adına komünizmin ve bunun fraksiyonu olan sosyalizmin Rusya’da yayılmasında önemli rol üstlenmiş oldular. Dolaylı da olsa bu Müslümanların, adına sözde komünizm denen rejimin Rus bölgesinde etkin olmasında katkısı büyüktür.[1] 

Fakat bu katkı bilinçli mi, bilinçsiz mi tartışılır. Bolşevikler tarafından vaatlerde bulunulan Ümmet, sosyalizmi kendilerine göre yorumladılar. Komünizm daha ilk dönemlerinde yoldan çıkar. Lenin’in ölümünün ardından Ruslar, komünizmi faşizme dönüştürür. Müslümanlar da  sosyalizmi öylesine farklı yorumladılar ki; bu düşünce daha ilk çıktığı dönemde bile, evrilerek bir başka hale dönüştü. Sosyalizm, Rus Bolşeviklerin elinden kayarak, Müslümanların elinde başka bir şekil aldı. Adına komünizm denen, bu düşüncenin yumuşatılmış şekli de diyebileceğimiz sosyalizm fikrinin, hayatta olmayan sahipleri, yarattıkları eserin nasıl bir hale geldiğini görselerdi, büyük olasılıkla cinnet geçirirlerdi. Müslümanlar sosyalizmi kendilerine göre uyarlarken, komünizme de şiddetle karşı çıkmışlardır.

Tarih 2 Kasım 1917’yi gösterdiğinde, İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Arthur James Balfour, tarihe “Balfour Deklarasyonu” olarak geçecek olan meşhur mektubu hazırlar. Mektubun içeriği, Filistin’de Yahudilerin yerleşim alanları kurmalarıyla ilgilidir. Lord Arthur James Balfour hazırladığı mektubu İngiltere Yahudi Teşkilatları Federasyonu Başkanı Lionel  Walter Rothschild’e yollar. Sonrasında, Filistin bölgesi Yahudilerin iskanına açılır. Mektubun ardından Filistin’e Yahudi akını başlar. Yine bu mektubun yazıldığı günlerde, İngiliz komutan, Selahaddin Eyyubi’nin mezarına ayağı ile vurarak şöyle der; “Kalk Eyyubi, biz yine geldik.”

“Balfour Deklarasyonu”nun açıklandığı tarihlerde, Rusya’daki Bolşevik devrim gerçekleşmiş, Müslümanlar sivil toplum kuruluşlarını oluşturmuş, Rus sosyalistlerle yan yana hizaya gelmiş, silahlı mücadele için hazırlık yapıyorlardı. Ardından aylarca savaştılar, bu yeni tanıştıkları rejimi bölgede iktidara getirmek için. Bunu da başardılar. Sonradan faşizme dönüşecek olan, Çarlık rejimini aratan ne olduğu hâlâ tartışılan sosyalizm iktidara geldiğinde, Bolşevikler Müslümanlara verdiği sözlerden birer birer vazgeçtiler. 

Sosyalizm adıyla Sovyetler Birliği kuruldu. Bu birliğe hiçbir zaman sözü edilen sosyalizm gelmedi. 1940’lı yıllara kadar, “Büyük Temizlik” adı verilen operasyonlarla Sovyete, sisteme muhaliflik eden herkes canice öldürülürken, toplu mezarlarda oluşturuldu. Öldürülenlerin önemli bir bölümünün hâlâ mezarları yoktur. Kimi mezarlar, 90 sonrasında, sistemin çökmesiyle bulunmuştur.

Yukarıda ezcümle anlatmaya çalıştığım, Ümmetin iki ayrı coğrafyasında yaşanılanlar, bugün bu coğrafyalarda Müslümanın nasıl hale getirildiğinin sadece küçük bir ipucudur. Bu olaylar dolaylı da olsa, Türkiye’yi etkilemiştir. Ümmetin bir parçası olan Türkiye’de, yıllarca Filistin davasına sahip çıkılmıştır. Bolşevik destekçisi Müslümanlara gelince, Türkiye’de bunlar yakın tarihimize kadar hep gizlendi, görmezlikten gelindi. 

Asya bozkırlarında tekbirle dörtnala koşan Müslümanlar, bilinçli ve sistematik şekilde onlarca yıl gizlendi. Arap çöllerinde yapayalnız kalan Müslümanlar, kendi dertlerine düşürüldüklerinden uzun süre Asyalı dindaşlarından hiç haberleri olmadı. Aynı şekilde, eziyetlere maruz kalan Asyalı Müslümanlar, Arap kardeşlerinin ne durumda olduklarından fazla haberleri yoktu. Bunlar da kendi dertlerine düşürülmüştü. Elbette, Batı ile işbirliği yapan sözde Müslümanların bu gelişmelere katkıları küçümsenemez.

Ümmetin birbirine düşürüldüğü, başlarına bin türlü bela sarıldığı tarihlerde, İsrail’in de bölgede dengelerin değişmesine neden “6 Gün Savaşları” ile şaha kalkmasından 2 yıl sonra, 21 Ağustos 1969’da Mescid-i Aksa’da yangın çıkar. Yangını çıkartan, İsa’nın gelişini hızlandırmak adına yakma girişiminde bulunduğunu söyleyen Avustralya vatandaşı, Michael Dennis Rohan isimli evangelist bir manyaktır. Adli işlemler yapılmaz. Deli raporuyla yangın hadisesinden sıyrılır. Ardından İsrail’i terk eder. 

Yüzlerce yıllık eserlerin de yandığı bu yangın sonrası dönemin İsrail Başbakanı Golda Meir şu düşündürücü açıklamayı yapar; “O gece sabaha kadar korkudan uyuyamadım. Sandım ki, Müslümanlar dört bir taraftan İsrail'e girecekler. Lakin sabah oldu ve korkulan olmadı. İşte o zaman idrak ettim ki: Biz dilediğimizi yapabiliriz, zira Müslüman ümmeti uyuyan bir ümmettir.” Aynı zamanda İsrail’in ilk kadın Başbakanı olan Meir’in bu sözleri içinde bulunduğumuzu kısaca özetliyordu. 

Ümmet kendi dertlerine düşürüldüğünden uyuyordu. Mescidi-i Aksa’da çıkan yangın, Türkiye’de öğrenim gören Filistinli ve diğer Arap vatandaşı öğrenciler tarafından protesto edilir. Bu protestolara Türk öğrenciler de katılır. Filistin davasını uzun süre savunan Filistin Demokratik Halk Kurtuluş Cephesi (FDHKC) grubunun bu dönem Türkiye ile bağlantıları üst düzeydedir. 

Yine Mescid-i Aksa yangını esnasında Filistin’de, FDHKC saflarında İsraillilere karşı savaşan genç bir Türk vardır. Bu genç, sosyalist örgüt Halk Kurtuluş Ordusu yöneticilerinden ve Filistin Demokratik Halk Kurtuluş Cephesi üyeleri vasıtasıyla bölgeye giden Deniz Gezmiş’tir.[2] Burada kaldığı süre içerisinde Gezmiş’e El-Fetih’in üyesi olduğuna dair kimlik kartı da verilir.

6 Mayıs 1972 tarihinde Deniz Gezmiş ile beraber idam edilen Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’da Filistin’de bulunan sosyalistlerdendir. Bu üçlünün Filistin davası, mensubu oldukları sosyalist çevrelerde fazla dillendirilmez. Konuya Batı karşıtlığı ekseninde bakış açısı yüksektir. Türkiye’deki sosyalistlerin, 68’li yıllarda başlayan Filistin davası maceraları 80’li yılların sonuna doğru son bulur. Bunun nedeni olarak ta, Sovyetlerin çökmesi ile HAMAS’ın aynı yıllarda, 80’lerin sonuna doğru yükselişe geçmesini gösterebiliriz.

Yine bu çevrenin Filistin davasına merakı, 2004 yılında Yaser Arafat’ın ölümüyle tarihe gömülür.

Sosyalist çevrelerden, Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ)’nün efsane lideri Arafat’ın ölümünün ardından hayli ilginç açıklamalar yapılır. Filistin sevdasının, 12 Mart sonrası ve 12 Eylül öncesi Türkiye yaşanılan silahlı eylemlere öncülük ettiği türünde söylemlerde bulunurlar. Yine bu çevre, Filistin davasında,  bağımsızlıktan, işgale karşı sosyalist direnişten yıllarca bahsedip durdular. 

1968 ile 1970 yılları arasında, Filistin’e giden Türk sosyalistlerin, çatışmalardan ziyade sadece kamplarda eğitim almalarından dolayı “ciddi oranda maaş” aldıklarından hiç bahsetmezler!

Deniz Gezmiş’inde taraftarı olduğu Filistin Demokratik Halk Kurtuluş Cephesi (FDHKC) 1969 yılında Nayif Havatme önderliğinde kuruldu.[3] FDHKC, Milliyetçi Arap Hareketi ile Filistin Kurtuluş Cephesi’nin birleşiminden meydana gelen, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi (FHKC)’den ayrılan Maocu fraksiyon tarafından oluşturuldu. Bu iki örgüt ve Yaser Arafat’ın kurucularından olduğu El-Fetih, Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) içerisinde yer alır. Bu örgütlerin kuruluşlarıyla ilgili ve kimi faaliyetleriyle alakalı tarihleri kestirebilmek mümkün değildir.

Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ), Mısır Cumhurbaşkanı Cemal Abdül Nasır gayretleriyle 1964 yılında, Kudüs’te 28 Mayıs 1964 tarihinde kuruldu.[4] Cemal Abdül Nasır bölgede Arap sosyalizminin teorisyenlerindendir. Nasır büyük ölçüde, yukarıda bahsettiğim Bolşevik Müslümanlardan etkilenmiştir. Sosyalizmi kendi fikir dünyasında evrimleştirerek farklı hale getirmiştir. Nasır, kendi ülkesinden sosyalizm olarak bahsederken, komünist partinin kurulmasını da yasaklar. Bu yasağı karşı cephe olarak algılayan Sovyetler Birliği ile arası bir süre açılır. 1964 yılında Sovyet liderinin Mısır ziyareti ile dargınlık son bulur.

Filistin’de İsrail’e karşı direnen sadece az önce bahsettiğim örgütler yoktu. İrili ufaklı birçok örgüt direniş hareketinde yer almıştır. Bunların aralarında sol, sosyalist, Marksist - Leninist örgütleri de sayabiliriz. Filistin davasına sosyalizm ekseninden baktığımız bu çalışmada, klasik anlamda Marksist - Leninist bir düşünceye rastlamak mümkün değil. Fakat, fikir öncüleri olan Asyalı Müslümanların geliştirdiği sosyalizmin izlerini pek ala bulabiliriz. Filistin direniş hareket içerisinde yer alan sosyalist Müslümanlar, tıpkı Asyalı dindaşları; Tatarlar, Özbekler, Başkırlar gibi sosyalizmi kendi davalarına uyarlamış ve evrimleştirmişlerdir. 

Filistin davasında ve Rusya Müslümanlarının direniş hareketlerinde azda olsa, Hristiyan kesimlerle, eziyetten kurtulmak adına işbirliği yapıldığı da görülmektedir. Avrupa’da ortaya çıkan komünizm de, sosyalizm de hiçbir zaman gerçekleşmedi. Sosyalizmin derinliğine inildiğinde, din olarak sadece İslâmiyet’i görenler, nedense Hristiyanlığı hiç bahis konusu etmezler. Sosyalizm bir yana, komünizm etkili toplumlarda öyle koyu Hristiyanlar var ki, sol kesim diline bile dolamaz. 

Günümüzde hâlâ komünizm rejimi ile yönetildiğini bildiğimiz Küba’da halk büyük oranda dindardır. Kübalıların komünistliği, “İslam Sosyalizmi” üzerinden; sosyalizm eşittir İslamiyet, İslamiyet eşittir sosyalizm teorisini konuyu fazla açmadan çürütmeye yeter.





[1]- Bennigsen, A. – Quelquejay, C.L. Sultan Galiyev, Üçüncü Dünyacı Devrimin Babası, İstanbul, Sosyalist Yayınları, 1.Baskı, Şubat 1995, S:78
[2]-Yalçın, Soner. Filistin’in Devrimci Türk Fedaileri, Sözcü, 03.08.2014
[3]-Crooke, Alastair. Direniş İslamcı Devrimin Özü, İyidüşün Yayınları, İstanbul, 1.Baskı 2014, S:10
[4]-Karaman, M. Lütfullah. Filistin Kurtuluş Örgütü, İslâm Ansiklopedisi, TDV Yayınları, Cilt:13 S:103

MEHMET POYRAZ – Sebîlürreşad, Sayı: 1019, Ağustos 2017

8 Temmuz 2017 Cumartesi

Ruzi Nazar 15 Temmuz’da yoktu..!

SSCB Fergana’sında dünyaya geldi, Kızılordu üniformasıyla Nazilere karşı savaştı, esaret sonrası Nazi üniformasıyla Kızılordu’ya. Ardından CIA elbisesiyle 12 yıl süren Türkiye günlerini yaşadı

15 Temmuz günü akşama doğru eve giderken, birkaç tane askeri araç görmüştüm. Hafızamda hiç de olumlu bir algı bırakmayan bu manzara aklıma takılmıştı. O an düşünmüş, kendi kendime “Ne olabilir ki?” demiştim. Evime vardığımda saat 21’i geçiyordu. Yolda gelirken gördüğüm askeri araçlar aklımdan çıkmıyordu. Sosyal medya hesabıma giriş yaparak “bir şeyler” aramaya başladım. Günümüzde, merak ettiğimiz bütün bilgilere en fazla bir dakikada ulaşabiliyoruz. 

Daha sağlıklı, daha güvenli bilgi elde etmek bir saatimizi alıyor kimi zaman. Adını o an koyamadığım “bir şeylerin” ilk belirtisi sosyal medyada karşıma çıkıverdi. Bir paylaşım okudum; “Boğaziçi köprüsü askerler tarafından trafiğe kapatıldı!” 

Televizyon kapalıydı. O paylaşımın ardından televizyonu açtım, gözlerim “son dakika” diye yanıp yanıp sönen, hareket eden o haber başlığını aradı. Eve geç geldiğimden dolayı daha yemek yememiştim. Bizde sofra her zaman mutfakta kurulur. 

Televizyon kanallarında boyuna tarama yaparken mutfaktan ses geldi; Yemek hazır. “Hayır” dedim, “Salonda yiyeceğim” ve ekledim; “ Tuhaf şeyler oluyor.” Salondaki sehpaya sofra kurulurken TV’den o beklediğim “son dakika” spotu geçti; “Boğaziçi köprüsü askerler tarafından trafiğe kapatıldı. Nedeni bilinmiyor.” Bu cümleden sonra ev ahalisine dönüp aynen şunu söyledim;“Hazırlıklı olun her şeye. Savaş hali var sanki. Askerlerin ne işi olabilir ki köprüde?” 
Evdekiler şaşkın şekilde bana baktılar.  Şunu kesinlikle belirtmek isterim ki; 15 Temmuz’da, o hain gecede, kalkışmanın ilk belirtileri olurken, darbe girişimi olduğu hiç aklıma bile gelmedi. İlk anlarda aklıma gelen, bu güzel ülkem, Türkiye’ye karşı savaş başlatıldığıydı. 
İlk anlarda bilinen darbe belirtilerinin hiçbiri ile bunların yaptıkları uyuşmuyordu. 15 Temmuz’da duyduğum ilk saldırı haberi yine sosyal medyadan gelmişti; “MİT binasına helikopterden ateş açtılar.” Bu saldırıdan sonra bile aklıma gelmedi FETÖ’cülerin darbe/işgal girişiminde bulundukları. Nedenine gelince; Türkiye artık eski Türkiye değil, bütün siyasi görüşler darbe karşıtı söylemleriyle biliniyor. Halk desen yine öyle. Kimse askeri yönetimi, darbeyi kabullenmiyor, istemiyor. 
Bu duygu ve düşüncelerle, o anlarda darbe girişimi olacağı aklıma bile gelmedi o anlar. Bir süre sonra ne tür bir gece olduğunu anlamıştık. Sözde darbe oluyordu bu gece. 

Darbe girişimine/kalkışmasına gelince… Bana kalırsa bu “darbe/kalkışma” girişimi değildi. Yaşadığımız güzel ülkemiz “İŞGAL ve PARÇALAMA” girişimiydi. Evim Ankara’nın Eskişehir yolunda. Gökyüzünün karanlığından, uçak ve helikopter sesleri gelmekteydi. Ankara Emniyet Müdürlüğü’ne ve Gölbaşı’nda bulunan Özel Hareket’e yapılan hain saldırılar sonrası netleşmişti ülkenin geldiği durum. 


Terör örgütü FETÖ mensubu bir kısım asker, akılları sıra Türkiye’nin yönetimine el koymaya çalışıyorlardı. Sadece yönetimi ele geçirmek bir yana, daha da kötüsü ABD’den yollanan planlar gereği ülkeyi böleceklerdi. 


Sınırlar açılmış, diğer bir terör örgütü PKK’ya talimat verilmişti; “askerlere ateş açmayın” diye. 

Belli başlı havaalanları, deniz limanları bile hazırlanmış Batı’nın askerlerine. Bahaneleri de önceden belli; “insani yardım”! Irak’a getirilmek istenen demokrasi gibi... Ya sonra? Allah muhafaza… Milletin dediği oldu. 
Yönetim, özgür ve sivil iradenindir. Her darbe döneminde alkışlarla askerleri karşılayan millet, bu sefer, taşla, sopayla, hatta süpürgeyle bunları defetti. 
Kimileri de canlarını ortaya koyarak şehit oldular. Millet, Çanakkale’de, Kurtuluş Savaşı’nda gösterdiği cesaretin aynısını 15 Temmuz’da yeniden göstermiştir. Ne Batı, ne de FETÖ, milletin bu cesareti göstereceğini hesaba katmamıştır. Telefonla ve sosyal medya üzerinden eş dostla haberleşmeye başladık. 

O gece ilk anlarda telefonlaştığım isimlerin başında Fatih Bayhan da geliyordu. Çok kısa bir görüşmeydi ama ne yapmamız gerektiği konusunda gayet nettik. Aradım; “Darbe mi oluyor?” diye sordum. “Evet kardeş, öyleymiş, darbe oluyormuş” dedi. “Şimdi ne yapacağız, ne yapmamız gerekiyor?” diye ikinci soruyu yönelttim. “Şimdi darbe olacak ve biz bunu TV’den mi seyredeceğiz?” diyordu Fatih Bayhan. Haklıydı. TV’den mi seyredecektik. Seyretmedik birçok insan gibi. 


15 Temmuz gecesi milletin kahir ekseriyeti meydanlara, caddelere FETÖ’cü askerleri kovmak için koşarken, diğer bir kesim de, marketlere stok için koşuyordu. 

Gecenin ikinci büyük utancı budur aslında. Birinci utancı zaten biliyorsunuz, bu vatanın ekmeğiyle suyuyla palazlanan FETÖ! Marketlere koşanları görünce, içim burkuldu, utandım. Bu kadar ucuz mu, vatan, demokrasi ve cumhuriyet? 

Kudüs’ün Haçlı orduları tarafından işgal tarihi olan 15 Temmuz 1099’un yıl dönümüne bilinçli olarak denk getirilen  15 Temmuz gecesine ait bir çok hikaye ve kahramanlık destanları var ki; yüzlerce, binlerce sayfa yazılsa yine de yetmez. 


Dünyada eşi benzeri görülmemiş bir direniş sergileyen milletin bu zaferi, Yaradan evreni var ettiği sürece daima konuşulacaktır. Devletin, milletin televizyonuna silahlı baskın düzenleyen FETÖ’cüler namluyu gösterip isteklerinin yerine getirilmesini istediler. İstekleri de, uyduruk bir bildirinin okunması. Bari bir de Hasan Mutlucan’dan türküler isteseydiler. TRT’de bildiri okunurken, daha ilk anlarda babamı aradım. “Selamünaleyküm, nasılsın baba?”, dedim. “Aleykümselam oğlum oturuyoruz evin önünde. Suriyeliler var sohbet ediyoruz, çay içiyoruz. Adana yine bildiğin gibi sıcak. Ankara nasıl oğlum, çocuklar nasıl?”, dedi. Anlamıştım babamın bir şeyden haberi yoktu daha. 


Babama darbe/kalkışma olduğunu hemen söyleyemedim. Çukurova sıcağına rağmen mutluydu. Evinde Suriyeli mülteciler oturur. Hem onların, hem de bütün mahallede yaşayan Suriyelilerin gönüllü tercümanıdır babam. Biz Türkmeniz, ama babam daha önce  (ergenlik ve gençlik dönemi)  yaşadığı Nusaybin’de öğrenmişti Arapçayı. Suriye Arapçası farklıydı biraz, onu da mülteciler sayesinde geliştirmişti. Daha önce darbeleri görmüş olan babama, bu gecenin nasıl bir gece olduğunu telefonda bir şekilde anlattım. Babamdan gelen tepki sertti; “Darbe olamaz!” deyiverdi. Babam haklıydı, darbe olamazdı artık Türkiye’de. Fakat basbayağı terör örgütü FETÖ mensupları bunu yapmaya çalışıyordu. Babam telefonda devam etti, “Hangi Türkiye’de, hangi çağda yaşıyoruz, kim destek verir darbeye?” Ardından bana hesap sorar gibi darbenin olamayacağını, kimsenin bu işe girişemeyeceğini anlattı. Televizyonu açmasını söyledim. Daha sonra annemle, evdekilerle selamlaştık, helalleştik, birbirimizi Allah’a emanet ederek telefonu kapattık. Babamın o cümlesi aklıma kazındı. Bu FETÖ mensuplarına kim destek verirdi ki? 

15 Temmuz gecesi ve sonraki günlerde, birinci sene-i devriyesine geldiğimiz bugünlerde bu destek konusu hep gündemde oldu. Gözaltına alınanlara, tutuklananlara bakıyoruz. Yan yana gelmeyecek isimler var. 


Ve bu ilişkiler ispatlanıyor, deliller ortaya konuyor. Müslümanların iman kimyasıyla oynayan, inanca zarar veren, Batı’nın, Haçlıların piyonu FETÖ ve mensuplarına her kim destek veriyor, katkı sunuyorsa bir an önce yakalanması, yargılanması ve bunun sürüncemede bırakılmaması dileğimizdir. Bilgi kirliliğinin önüne geçilmeli ve gereken yapılmalıdır. Bilgi kirliliği derken, yaşanan hadiseyi, bilerek veya bilmeyerek sulandıran, yönünü çevirmeye çalışan fikirler tüm siyasi görüşlerde mevcut. 


15 Temmuz’un ve FETÖ’nün karşısına siyasi kimlikle çıkmamalıyız. Müslüman kimliğimizle çıkarak, bunların ve Batı’nın karşısında dik durmalıyız. Tanrı Dağları arkamızda, cephemizde Hıra Mağarası. Tüm dünyada Müslüman eşittir; Türk, Türk eşittir; Müslüman olarak bilinir. İstediği kadar kişi ateist veya Marksist olsun, Türkiye’de yaşıyorsa Müslümandır. 
Daha ötesi ve başkaca açıklaması yok. Özellikle bu coğrafyada, İslamiyet farklı bir hale getirilmeye çalışılıyor. Muhalefetlik ve muhaliflik adına çıkış yaparak, bilerek/bilmeyerek Batı’ya hizmet eden çevrelerin bu ruh hallerinden bir an önce kurtulmaları gerekmektedir. 

Geçmişte, yine, bilerek/bilmeyerek Batı’ya hizmet edenler olmuştur. Bu hizmet edenlerin önemli bir bölümü Ruzi Nazar etrafında toplanmıştır. Kimdir bu Nazar? Çok ilginç ve sıra dışı bir hayatı var. Ezcümle anlatmaya çalışacağım. Özbekistan’ın Fergana bölgesinde 1918 yılında dünyaya gelen Ruzi Nazar, 2. Dünya Savaşı’nda ülkesinin bağlı bulunduğu Sovyetler Birliği ordusunda silah altına alınır. 


Nazilere karşı yapılan savaşta Alman cephesinde esir düşer. Esareti esnasında Almanya tarafından SSCB’ye karşı kurulan Türkistan Lejyonu’nda aktif olarak yer alır. Savaş sonrası Almanya’da, eski ABD başkanlarından Roosevelt’in CIA uzmanı olan oğlu ile tanışır. Amerika’ya gider, bu ülkede çalışır ve ajanlık eğitimi alır. Yine Roosevelt’in çocukları sayesinde CIA kadrosuna alınır. 1959 yılından itibaren 12 yıl Türkiye’de yaşayan Nazar, Almanya ve ABD’de de ikamet etti. 

2010 yılında Manavgat’a gelip yerleşen Ruzi Nazar, 30 Nisan 2015 tarihinde 98 yaşında Fethiye’de vefat etti. ABD belgelerine göre adı Rusi Nasar ve bu ülkenin vatandaşı; nüfusa kayıtlı olduğu ülke ise anavatanı Özbekistan’dır. Türkiye’de gerçekleşen bütün darbelerin hemen yanı başında oldu. 12 Eylül darbesini aylar önce yakın çevresine söyledi, tedbir almalarını istedi. Türkeş’ten Demirel’e, Özal’a kadar önemli siyasi isimlerle görüşmüşlüğü vardı. Çok yakın çevresi incelendiğinde FETÖ’ye kadar ulaşmanız ihtimaldir. 40 yılı aşkın süre Türkiye’yi dizayn eden CIA’nın ajanı olan Ruzi Nazar’a görevinin ne olduğu sorulduğunda verdiği cevap hep aynıdır; “SSCB’ye karşı, komünizme karşı mücadele ettim.” 


Doğrudur, Türkiye’yi merkezine alarak; milli komünizmi savunan BAAS’çılara karşı da savaşmıştır. BAAS’çıların etkin olduğu Arap ülkelerinde Ruzi Nazar’ın izlerine rastlamak mümkündür. Türkiye’nin kaderiyle de oynadı diyebileceğimiz Ruzi Nazar, arşivlere girdiğimiz de adeta bizlere akıl oyunları oynatmaktadır. Kızı Zülfiye, dünyanın bildiği adıyla Sylvia Nazar, sinemaya da uyarlanan “Akıl Oyunları” romanının yazarıdır. 


Türkiye’deki her karışıklığın etrafında rastladığımız Ruzi Nazar 15 Temmuz’da yoktu. Fakat ardıllarının 15 Temmuz’da olduğu ihtimaldir.

MEHMET POYRAZ

SEBÎLÜRREŞAD DERGİSİ TEMMUZ 2017, CİLT: 41 SAYI: 1018

22 Haziran 2017 Perşembe

Horasan Erenleri ve Parvus!

Avrupa’daki yaşamından itibaren  Batı’da,  Alexander Helphland adıyla anıldı. Türkiye’de, Osmanlı’da; Parvus olarak bilinmektedir. En sevdiği iş, silah kaçakçılığıydı. Bu ticaretlerden yüklüce para kazandı. Milyoner bir sosyalist olarak 1924 yılında Berlin’de ölen Parvus, 1910 – 1915 yılları arasında İstanbul’da yaşadı ve çeşitli dergilerde yazılar kaleme aldı.

Bu yazılardan bazıları Türk Yurdu’nda da yayınlandı ve oldukça dikkat çekti.

Parvus’un İstanbul yazıları çok yorumlandı ve nedense bir türlü unutulmadı. Hâlbuki, aynı Parvus’un, 1900’lü yılların başında Rusya’da komünist devrim üzerine Lenin’e ve Troçki’ye taktik vermesinden, ilginçtir, sosyalistler hiç bahsetmezler. 

Parvus’un, Türk Yurdu’nun sahibi Yusuf Akçura ile aralarında fikir alışverişi olduğu hep iddia edildi. Kimine göre Akçura, görüşlerinde Parvus’tan etkilenmiştir. Akçura, Parvus’a neden yazdırdığını, Parvus’u takdim yazısında anlatır. Bu yazıda, Cavit bey gibi iktisatçıların Türk Yurdu’nda yazmalarının, iktisadi meselelere çare olmaları davetiyle başladığını fakat hiçbirinin buna yanaşmadığını belirtir. Okuruna Parvus’u anlatır ve der ki; 
“Ekonomik ve sosyal meselelerin bazı önemli yanlarına katılmamakla beraber, Türk halkına yardım edecek fikirlerinden ötürü yazılarını yayınlayacağım.” 

Rusya’da Troçki’nin yazdığı devrim broşürüne ön söz de yazan Parvus, buradaki hiçbirini Türk Yurdu’nda kullanmaz. Yani sosyalizmden hiç bahsetmez. Aksine, Osmanlıya akıl verir ekonomi alanında, bağımsızlık alanında.

Alman Sosyal Demokrat Partisi üyesi, Alman Devleti ajanı ve Rus asıllı Parvus, Cumhuriyet sonrası ara ara gündeme geldi. Bu gündem sadece akademik seviyede kaldı. Parvus hakkında azımsanmayacak kadar makaleler ve tezler yazıldı. Hatta bazıları aldı onu sol’a bile monte etti. Adı bugünlerde yine gündeme gelmeye başlayan Parvus bundan 7 – 8 yıl önce siyaseti meşgul etmişti. 

2009 yılının ekim ayında gerçekleştirilen AK Parti Kongresi’nde, dönemin Başbakanı ve partisinin genel başkanı Recep Tayyip Erdoğan, burada yaptığı konuşmada, Türkiye’nin kültür mozaiğine dikkat çekti. Bu mozaikte yer alan isimleri de sıralayan Erdoğan’ın listesi şöyleydi; 
Ahmet Yesevi, Hacı Bektaş, Pir Sultan Abdal, Hacı Bayram Veli, Yunus Emre, Mevlana, Sebahat Akkiraz, Tatyos Efendi, Cem Karaca, Ahmet Kaya, Mehmet Akif, Nâzım Hikmet, Ahmet Hani ve Said-i Nursi.
Ana muhalefet partisi CHP, Eroğan’ın kültür  mozaiği listesine yanıt vermekte gecikmedi. O dönem CHP’nin Grup Başkanvekili olan Kemal Kılıçdaroğlu’da kendine göre bir kültür mozaiği listesi hazırlamıştı. Kılıçdaroğlu’nun listesinde de şu isimler yer almıştı; 
Yaşar Kemal, Necip Fazıl Kısakürek, Aziz Nesin,Yılmaz Güney, Mimar Sinan, Sabahattin Ali, Ziya Gökalp, Âşık Mahzuni Şerif, Parvus Efendi, Agop Dilaçar, Kul Himmet, Cemil Meriç, İdris-i Bitlis-i ve Mustafa Suphi. 
Konumuz, her iki siyasetçinin de ifade ettiği bu isimleri irdelemek veya yeniden “kültür mozaiği” tartışması yaratmak, listeyi yeniden alevlendirmek değil. Esas konumuza geçmeden önce belirtmek isterim; Erdoğan’ın o isimleri saymadan önce, her hangi bir planlama, düzenleme yaptığını sanmıyorum. Kongre hitabında ihtimaldir ki, doğaçlama bir konuşma yapmış isimleri saymıştır. Zaten listesi de gayet makul bir seviyede. Toplumun genelinde karşılığı olan isimleri sıralamıştır.
O dönem, Erdoğan’ın ve Kılıçdaroğlu’nun kültür mozaiği listesinde yer alan isimleri aşağı yukarı bilmeyen yoktur. 

Yalnız, Kemal Kılıçdaroğlu’nun listesinde yer alan “Parvus Efendi” isimli şahsiyet için bunu söylemek pek doğru değildir. Yine ihtimaldir ki; Kılıçdaroğlu’nun listesi doğaçlamadan çıkmadı. Aksine, üzerinde çalışılarak belirlenmiş. Bu tespiti “Parvus Efendi”den gayet anlamaktayız. Unutulan, unutturulan “Parvus”u, bir de hani Osmanlı döneminde yaşamış ya, o bakımdan da Kılıçdaroğlu bu ismi bayağı önemli bir kişi olarak görmüş olabilir ve belki de mealen şunu diyecekti; “Bakın siz unuttunuz ama biz unutmadık bu efendiyi.” 

Kılıçdaroğlu’nun Almanya hesabına çalışan ajan Parvus’u hiç tanımadığını şu açıklamalarından anlamak zor olmasa gerek; 
“Olayı bir kişiye odaklayıp, onun geçmişte yaptığı hataları, eksiklikleri öne çıkararak yorum yapmanın doğru olmadığı kanısındayım. Sorulunca, hemen ilk aklıma gelen isimleri saydım. Parvus Efendi’nin de yazılarından derlenen ‘Türkiye’nin Mali Tutsaklığı’ diye bir kitabı vardı, okumuştum. Bana göre önemli bir kitap. Orada ileri sürülen düşünceler, o dönem Türk solcularını, milliyetçilerini etkilemiştir.”

Türkiye’de sol görüşü temsil eden bir partinin üyesi (ve bu kişi ileride CHP genel başkanı oluyor) Parvus’u yukarıdaki sözleriyle açıklaması, davasının ne kadar bilincinde olduğunu açıkça göstermekte. Şuan CHP lideri olan Kılıçdaroğlu şunları söyleseydi eğer anlardık belki; 
“Troçki’nin, Lenin’in yol arkadaşıdır. Rusya’daki 1917 Ekim Devrimi’nin öncüsü olan 1905 Devrimi’nin kuramcısı, uygulayıcısıdır; mazlum halkların temsilcisidir ve bu yüzden Parvus önemli bir şahsiyettir.” 
Ne yazık ki bu sözleri söyleyemez, bilmez; bilse de yine söyleyemez. 
Parvus tartışması o dönem birkaç gün gündemde kaldı. O da birkaç kişinin ekseninde. İlk fitili ateşleyen Engin Ardıç oldu. 

Parvus meselesini ironik şekilde ele alan Ardıç şunları yazmıştı; 

“Kılıçdaroğlu, Parvus Efendi’yi, Tatyos Efendi, ya da Yorgo Bacanos gibi birisi sanıyor olmalı!... Üstelik Parvus “Efendi” ha... “İttihatçı ağzıyla” söylenişi... Liman von Sanders “Paşa”, Von der Goltz “Paşa”, Yarbay Lange “Bey” gibi bir şey... Bu adamın asıl adı, Alexander Helphand. Türk olmadığı gibi, “Osmanlı tebaı” falan da değildir. Kendisi bir Alman ajanıdır. Aynı zamanda silah taciridir.

O dönemin Alman gizli servisi tarafından “sosyalist rolü oynamakla” görevlendirilmiştir, hani bizim Mahir Kaynak gibi... Nitekim, 1917 yılında Rusya’nın daha da karıştırılması, büsbütün çökertilmesi ve savaştan çekilmesi için Lenin ve arkadaşlarını Zürih’ten hani o ünlü “mühürlü trenle” Almanya’yı dikine geçerek İskandinavya üzerinden Petersburg’a gönderen de bu adamdır! Pazarlığı o yürütmüştür. Düşman topraklarından düşmanla anlaşarak rahatça geçen, “Alman smokiniyle devrim gerdeğine giren” Lenin’i eleştirmek doksan yıldır hiçbir komünistin aklına gelmemiştir.” 

Gazeteci Atılgan Bayar’da konuya dahil olmuştu. Parvus’un İttihat ve Terakki üzerindeki etkisiyle, Osmanlı’nın Almanya’nın yanında 1.Dünya Savaşı’na girmesini kışkırttığını da belirten Bayar şu ifadelere yer vermişti; 

“Savaş süresince silah ticareti yapıyor, dünyanın sayılı zenginlerinden biri oluyor ve Lenin devrimini finanse ediyor. Lenin ise, devrimden sonra, ortalığı karıştırabileceği endişesiyle onu ülkeye kabul etmiyor. Dünyanın en zengin adamlarından biri olarak ölüyor. Şimdi daha ileri gidelim ve Kılıçdaroğlu’nun açılım listesindeki Parvus Efendi aynı zamanda büyük bir Mason üstadıydı. 

Ama o devirdeki Masonluğu bugünkülerle karıştırmayın. Dönemin Mason localarında gizli ama doğrudan siyaset planlaması yapılıyordu. Moskova’daki Uranis locasına üyeydi. Türkiye’de Abdülhamit’in devrilmesinde büyük rol oynayan ve merkezi Rusya’da olan Astrea locasını, Abdülhamit’in burnunun dibinde oluşturmuştu. 

Keza, kendi yetiştirmesi Jalobinsky, ilk Siyonist örgüt olan Meskala’yı İstanbul’da kurmuştu. Tarihte şöyle bir baktığımızda; Osmanlı’yı Filistin’i kaybedeceği bir savaşa girmesi konusunda teşvik eden bu adamın, tesadüf bu ya, o topraklarda yeni bir devlet kurulmasının teorik altyapısına da aynı zamanda katkıda bulunmuş olduğunu görüyoruz.”

Kısa süreli gündemde kalan ve basında fazla yer almayan Parvus meselesine o dönem derinlemesine analiz de yapılmadı. Oysa ki, sol basının aydınları Parvus’u iyi tanır. Bolşevik veya Sovyet tarihi kitaplarında Parvus karşınıza bir şekilde çıkar. Lenin’in Sovyet devrimi için Avrupa’dan trenle gelişini sağlayan kişi Parvus’tur. Lenin’in önüne bu konu birkaç defa düşer.

Lenin; “Alman parasıyla Rusya’da devrim yaptığımı söylüyorlar. Rus parasıyla Almanya’da devrim yapacağım.” Bu sözler de doğruluyor değil mi? Alman parasıyla Sovyet devrimi!

1900’lü yıllarda; Osmanlı ve Rusya’yı kaosa sürükleyen hareketlerin mimarıdır Parvus. Özellikle, Osmanlı tebaasındaki azınlıkların isyan etmesinde rolü büyüktür. Fikirleriyle, yardımıyla Rusya’da devrim gerçekleşir ama bu ülkeye gelmesine izin verilmez. Kral çıplaktır artık. Troçki’ye, Lenin’e akıl veren, devrim adına yardımlarda bulunan Parvus, çok istemesine rağmen, Sovyet Rusya’ya hiçbir zaman sokulmaz. 

Parvus’u, sözde “efendi”yi, Türkiye’nin kültür mozaiği listesinde yer vermek bu ülke adına utançtır. 
Parvus tartışmasının olduğu 2009’daki o günlerde, sol kesim de diyebileceğimiz bazı yayınlarda Ardıç ve Bayar’ın görüşlerine tepkiler de oldu elbet. Fakat bu tepkilerin altında ciddi bir dayanak yoktu. Zaten olamaz da. Yine de savundular bildiklerini; 

“Parvus Efendi, çözüm olarak Düyun-u Umumiye’nin kaldırılmasını, Tütün Rejisi gibi Batılı tekellerin tasfiye edilmesini, Osmanlı gümrük duvarlarının yeniden yükseltilmesini önermişti. Bu uygulamalar bugün de gündeme alınabilecek ulusal ve korumacı iktisat politikalarıdır. Parvus, Türkiye için halkçı-devletçi bir ekonomi ya da sosyalizm önermedi. Onun fikri Rusya için de savunduğu gibi, ulusal kapitalizmin gelişmesini beklemek yönündeydi. Bu da onun Menşevik fikirleriyle örtüşüyordu. Parvus’u aşmak Atatürk ve Türk Devrimi’ne düşmüştü.” 

Buradan da anlaşılacağı üzere, diyemediler ki; 
“İttihad ve Terakki”nin savunucusu Parvus, II. Abdülhamid döneminin sonunu hazırladı ve ülkenin kaosa sürüklenmesinde yardımcı oldu.” 

Dahası şunu bile diyemediler; “Alman Milliyetçisiydi ve ajanıydı.” 
Hangi birinden bahsedelim; Parvus’a sosyalist devrimci diye sahip çıkıyorlar ama, milyoner ve silah tüccarı olduğunu, kanlı parayla servet yaptığını anlatmıyorlar. Neden ve nasıl anlatsınlar ki? 
Zaten Parvus’un düzeni devam ediyor, ardıllarının nesli de bir türlü bitmek bilmiyor. 

Kılıçdaroğlu’nun Pavlus sevgisini açıklamasından tam 5 yıl sonra Atılgan Bayar ilginç bir anısını anlattı. Bayar’ın o yazısının hemen ardından Kılıçdaroğlu, kendisini arıyor ve randevu talep ediyor; 

“Ertesi sabah Kılıçdaroğlu beni aradı ve görüşmek istediğini söyledi. İstanbul’a buyur ettim.
Home-office’imde beni ziyaret etti.Orada bana, Parvus Efendi’yi sadece Türkiye Ekonomisi üzerine yazdığı bir kitaptan tanıdığını söyledi.  Başörtüsü meselesinin çözümüne katkısı olabilir diye kendisini birkaç dindar dostumla buluşturdum. Orada çözümü istiyor gibi konuştu. Ancak, daha sonra yaptığı açıklamalar, beni çok şaşırtmıştı. Yine de kendisine dindarlar ile ilişki kurmasını, CHP’nin akıldışı laiklik anlayışını revize etmesini telkin ettim. Son görüşmelerimizden birinde, ki artık Genel Başkan’dı...: Benim için ‘Fethullahçı,’ dediklerini söyledi... 

Dolaylı olarak soruyordu işte: Fethullahçı mısın? Kılıçdaroğlu benim için o noktada bitti. Benim gibi bir profilin Fethullahçı olabileceğini düşünebilecek zihniyette bir adam, bu ülkeyi yönetemez, yönetmemeli de... Kendisi ile görüşmeyi kestim. Bugün bakıyorum da... O günkü konuşmalarımıza dair her şeyi yanlış anlamış. 

Ben ona, ‘bu ülkenin milli dindarları ile iletişim kur,’ derken; o gitmiş Gülen Cemaati ve Memur Şeyh Haydar Baş ile ittifak kurmuş. Tıpkı onu ilk tanıdığım zaman Parvus Efendi’yi muteber bir Cumhuriyetçi ve bağımsızlıkçı zannettiği gibi.”


2017 yılındayız, yine Parvus gündemde. 
Fakat bu sefer farklı bir yerden. İddiaya göre Parvus, Horasan Erenleri’ne çalışan bir “eleman” mış! 
Parvus’u fazla tanımayan, hiç bilmeyen biri için bu iddialar pek anlam ifade etmez. Az da olsa, tarih okuyan biri pekala Parvus’u ve yaptıklarını hemen bilir. 

Güneş gazetesinden Ömer Özkaya Parvus’u öyle bir anlatıyor ki, neredeyse Osmanlı ve Türk kahramanı ilan edecek;

“…Parvus Efendi, Rusya’nın eğitip, şüphe çekmemesi için, eğitimden sonra Almanya’ya yerleştirdiği adamı. Almanya önüne atılan yemi yuttu. Tıpkı İngiliz ve Fransız’ların Mişel Eflak’ı benimsemek zorunda kalması gibi… Altın Orda Devleti aslında son bulmamış, Rusların içerisinde yerini alma kararı almıştır. Parvus Efendi, değişik noktalara seyahat eder, Tahran’a gider, Tebriz’de oturur bir süre. Buradan Türkmenistan’a sonra da Kazakistan’a geçer. Yaklaşık 1,5 yıl, Türk coğrafyasında yolculuk yapar. Bu sırada izlendiğinden habersizdir. 1,5 yılın sonunda, azmi ve çileye talip olduğu görülünce, Horasan Erenleri tarafından çağırılır…”

Parvus hakkında yazı dizisi hazırlayan ve kendisi hakkında “efendi” demeden cümle kurmayan Ömer Özkaya iddialarını bu şahsın hatırat kitabına dayandırmakta. 

Ciddi ciddi Parvus’un Horasan Erenleri tarafından yetiştirildiğini ve yaptığı işlerin görevlendirme olduğunu da yazan Özkaya’nın, bu iddialarının sonunda nereye varacağını hayli merak etmekteyiz. 

Kaynaklar: 
Akçura, Yusuf. Türk Yurdu, Sayı:9, 1912, S:262
Kim bu Parvus Efendi?, Milliyet, 08.10.2009
Ardıç, Engin. Parvus Efendi, Sabah, 07.10.2009
Bayar, Atılgan. Kılıçdaroğlu fena pot kırdı, Akşam, 07.10.2009
Ataberk, Kaya. Parvus Efendi ve Engin Ardıç Efendi, Türk Solu, Ekim 2009
Bayar, Atılgan. Parvuscu Kılıçdaroğlu, Fethullahçı CHP’ye oy verecek Atatürkçü bulabilecek mi?, Yeni Asır, 10.03.2014
Özkaya, Ömer.  Parvus Efendi, Güneş, 17.05.2017
Özkaya, Ömer.  Parvus Efendi2, Güneş, 21.05.2017

MEHMET POYRAZ 

SEBÎLÜRREŞAD DERGİSİ - SAYI: 1017, HAZİRAN 2017