14 Şubat 2019 Perşembe

Osmanlı banknotlarına İngiliz müdahalesi

Yerel halkın kağıt parayı kabul etmemesi Osmanlı banknotunun değerini düşür. Irak Cephesi’ne gelen Cihat birliği Asya Taburu bu duruma şaşırırken, banknotun değerlenmesi için Halil Paşa çözümler üretir.

BİRİNCİ Dünya Savaşı’nın başlama nedeni ekonomiye dayalıydı. Sömürülecek zengin topraklar sadece Darü’l-İslâm’ın Osmanlı coğrafyasında kalmıştı. Bir de Afganistan vardır, fakat daha o zamanlar o kadar cazip değildir. Osmanlı Devleti, sömürgeci Batı’ya karşı kahramanca savaşır. Savaş boyunca, dünyanın yüzlerce kilometre yürüyen tek ordusuna sahip olan Osmanlı, bu haliyle de büyük ihtimalle tarihte ayrı bir yere sahiptir. Irak’tan Kafkasya’ya, Erzurum’dan İstanbul’a, İstanbul’dan Filistin’e, Kanal Cephesi’ne, Çanakkale’den Irak Cephesi’ne yürüyen bir ordu düşünün… Osmanlı Ordusu, savaş boyunca devamlı hareket halindedir. Konumuz gereği ele alacağımız Irak Cephesi’nde, Türk Ordusu’nun tamamı Anadolu’dan gitmiştir. Anadolu’dan giden askerler arasında Rusya adına savaşa katılan ve sonrasında da Batı Cephesi’nde Almanlara esir düşen, Cihad-ı Ekber ilan edildiğinde Osmanlı adına Irak Cephesi’ne giden Asya Taburu da vardır. 
Bu taburun askerleri Rusya Müslümanlarından oluşmaktaydı ve çoğunluğu İdil – Ural sahasından olmak üzere Kırım, Türkistan ve Kafkasya’dandı. Savaşa Rusya adına katılan bu Müslümanlar esir düşüp Almanya ve Avusturya’daki kamplarda tutulmaya başlanmış, İstanbul’un Cihat ilan etmesiyle Osmanlı saflarında İngilizlere karşı savaşmaya gönüllü olmuşlardı. 
1916’nın Mayıs ayının ilk günlerinde İstanbul’a özel trenle gelen 1000 kişilik Asya Taburu, sonbaharda Irak Cephesi’ne gitme emri alır. Anadolu’dan Suriye’nin Cerablus şehrine geçerken ilginç bir durumla karşılaşırlar. Kendilerine maaş olarak verilen kâğıt paranın buralarda hiç kıymeti olmadığını anlamakta zorlanırlar. Zira kendi ülkelerinde, Almanya ve Avusturya’da hiç böyle bir durum ile karşılaşmamışlardır. Öte yandan, daha önce de böyle bir şey duymuş değillerdir. 
Asya Taburu askerlerinden Hidayet Çavuş yaşadıklarını şöyle anlatıyor: 
“Yine trenle yol çıktık. Bu civardaki köylerin bir kısmı Kürt köyleriydi. Köy ahalisi askere bulgur hazırlamakla meşguldü. Sadece orada askerlere üzüm, karpuz ve yoğurt satmaya gelen Araplar samimi değillerdi. Onlar bizden kâğıt para almak istemiyorlar, sadece altın ve gümüş para soruyorlardı. Biz ilk defa kâğıt para almak istemeyenleri görünce şaşırdık. Kâğıt parayı alan da değerini azaltarak almaya, bir lirayı iki mecidiye olarak hesaplamak istiyordu. Yoldaşlarımız, ‘Bu nasıl söz? Kâğıt parayı tanımamak, devleti tanımamak değil mi? Biz devletten bu paraları alıyoruz!’ diye kızmakta haklılardı. Çünkü onlar bugüne kadar hiçbir devlette altın, gümüş, kâğıt paraları ayırt edenleri görmemiş ve işitmemişlerdi. Hükümetten çok zorlukla aldıkları on on beş kuruş kağıt paralarını kendi istedikleri gibi harcayamamaları, askerlerin durumunu zorlaştırıyordu. Askerler vatan hasretiyle yanarken, Arapların ‘Türkler yenilirse onun kâğıt parasını kim alır?’ diye düşünmeleri askerler arasında nefret uyandırıyordu.” 
Asya Taburu, burada para konusunda yaşadıkları sıkıntının daha fazlasını ilerleyen zamanlarda Irak’ta yaşar ve zamanla bu duruma alışır. 
Osmanlı ilk kâğıt parayla 1840 yılında, Sultan Abdülmecid döneminde tanıştı. “Kaime-i Nakdiye-i Mutebere” adıyla para yerine geçen kâğıt, para olmaktan çok, faiz getirili bir borç senedi veya hazine bonosu niteliğinde çıkarıldı. Bu paralar matbaada basılmıyordu. Elle hazırlanıyor ve her birine resmî mühür vuruluyordu. Bu durum, kaimelerin kolayca sahtelerinin yapılmasını beraberinde getirdi ve kâğıt paraya bir güvensizlik oluşturdu. Sahte paranın önlenmesi adına 1842 yılından itibaren kaimeler matbaalarda basılmaya başlandı ve el yapımı olanlarla değiştirildi. 
Daha savaşa girmeden, 3 Ağustos 1914 tarihinde Osmanlı Bankası banknotlarına tedavül zorunluluğu getirilir. Böylelikle banknotların piyasada altın sikke gibi alınıp verilmesinin önü açılır. Aynı yıl, 5 Ekim günü de altın ihracı yasaklanır. Bütün savaş boyunca da Almanya ve Avusturya – Macaristan’dan borç alınır. 161 milyon lira tutarındaki kâğıt para piyasaya sürülür. 
Savaşın başlamasıyla, para sistemindeki sorunları gidermek adına, devletin uzun yıllardır gündeminde olan Tevhid-i Meskukat Kanunu çıkarılır. 8 Nisan 1916 tarihli bu kanuna göre 1 lira, 100 kuruş olarak belirlenir. Savaş masraflarını karşılamak için kâğıt para daha çok basılmaya başlandı. Bu haliyle ekonomiyi de olumsuz etkileyen kâğıt parayı o dönem Anadolu, Irak ve Suriye köylülerinin önemli bir çoğunluğu tanımıyor ve bilmiyordu. Mallarına karşılık olarak devamlı madeni para talebinde bulunuyorlardı. Vaziyet böyle olunca, köylülerle yapılan alışveriş öncesi eldeki kâğıt para, madenî paraya dönüştürülüyor, ardından da ticaret gerçekleşiyordu. Birinci Dünya Savaşı sırasında Irak’ta bulunan İngilizler, Osmanlı ekonomisine müdahalede bulunurlar. İngilizlerin hesabına göre 1 altın Türk lirası, 140 gümüş akçe, 1 mecidiye de 22 buçuk ufak gümüş akçeye karşılık gelir. İngilizler, Osmanlı’nın kâğıt parasını da tedavülden kaldırırlar. Bölgede hiçbir hükmü yoktur kâğıt paranın. Araplar bu yüzden Osmanlı’nın kâğıt paralarını hiçbir şekilde kabul etmezler. Arap tüccarlar halktan aldıkları altın ve gümüş paraları İngilizlere verir ve bu yolla ticaret yapıyorlardır. Kimi Arap tüccarlar, Osmanlı’nın değil de İngilizlerin tebaası gibi hareket ediyordu. Osmanlı askerleri bu hal üzere Irak’ta İngilizlerin geliştirdiği ekonomi politikasından etkilenirler. Askerlerde altın ve gümüş para yoktur, kâğıt paraları vardır. Erzakları ve çeşitli ihtiyaçlarını karşılamakta zorlanırlar. 
Askerlerin kâğıt para sıkıntısı başka tüccarlar tarafından kısmen de olsa çözülür. İstanbul veya Anadolu’ya geçip ticaret yapan tüccarlar, askerlerden kâğıt paraları çok düşük değerden alıyorlardır. Askerler buna mecburdurlar, zira yapacak bir şey yoktur. Askerlerin pazara götürüp tüccarlarla takas ettiği altı yedi kâğıt lira, 1 altın lira değerinde oluyordur. Irak’ta Osmanlı askerinin ihtiyaçlarını kâğıt para ile karşılamak neredeyse olanaksızdır. Bu durum Osmanlı Ordusu’nu zor duruma sokar. 17 Aralık 1915 tarihinde Irak Komutanlığı’na müracaat eden Semave Kaymakamı Aziz Bey, kendisine yollanan 46 adet banknot ile alışveriş yapmanın imkânsız olduğunu bildirir. Banknotları iade edeceğini ve karşılığını madenî para olarak almak isteyen Aziz Bey’in aşiretlere vereceği ödeneği kalmamıştır. 
18 Mart 1916’da 13’üncü Kolordu ile 18’inci Kolordu’nun yanı sıra İran’daki harekâta dörder bin, Süvari Tugayı’na bin lira, altın ve ufaklık olarak gönderilir. 
Osmanlı banknotunun buradaki itibarsızlığı ve madenî para karşısındaki değersizliği, savaş yılları boyunca artan bir değişme gösterir. 1916’nın Ekim ayında, Hay bölgesinde 2000 lira, 800 kâğıt liraya denk geliyordu. Mayıs 1917’de 100 kuruşluk banknot, İstanbul’da 35 kuruş ederken Konya’da 30, Halep’te 25, Musul’da 10, Bağdat ve civarında 8 kuruş etmekteydi. 
Bağdat’tan Türk Ordusu’nun ayrılmasıyla beraber banknotun değeri iyice düşer. 3 ilâ 3 buçuk kâğıt lira, 1 altın liraya düşmüştür. 1918 yılının ilkbaharına gelindiğinde, Musul’da 1 altın lira 6 ilâ 6 buçuk kâğıt lira ediyordu. İstanbul’da ise 3 ilâ 3 buçuk kâğıt lira, 1 altın lira tutarındaydı. Kerkük’te durum daha kötüydü. 1 altın lira, 7 ilâ 7 buçuk liraya denk gelmekteydi.
23 Kasım 1916 günü, Irak Cephesi’nde bulunan VI. Ordu Kumandanı Halil Paşa, Osmanlı banknotunun değerinin artması için bir dizi önlemler alınması için emir yayınlar. Buna göre VI. Ordu bölgesinde yer alan, Bağdat, Musul, Zor ve İngilizlerin olmadığı Basra’nın bir bölümünde altın paralar Halil Paşa tarafından tedavülden kaldırılır. Riayet etmeyenlere ağır cezaların da geldiği bu uygulamada pek başarılı olunamaz. Halil Paşa 31 Ekim 1917’de Başkumandanlık Vekaletine yazdığı raporda, bölgede kağıt paranın bir türlü geçerli akçe olamadığından yakınır. Savaşın sonlarına doğru 1 liralık banknot 10 guruş ederindedir. Kağıt paranın böyle olması sivil halk açısından bir sakıncası yoktur. Fakat bölgede görevli askerler, memurlar ve bunların aileleri epey etkilenir. Devletten kağıt para şeklinde maaş alıyorlardı. Resmi olarak paraları yüklüce vardır ama tüccarın, esnafın gözünde değeri düşüktür. Osmanlı banknotunun değerinin yükselmesi için Musul Valiliğinden VI. Ordu Kumandanlığına bir öneri gelir. Ordunun olumlu baktığı öneriye göre, bölgede devlet vergi toplarken kağıt para tahsilatına da önem verilecektir. Örneğin vergi borcu150 guruş ise, vatandaş bunun 15 guruşu kağıt para olarak ödeyecektir. Uygulama işe yarar. 1 liralık banknotun değeri iki ay gibi sürede 10 guruştan 18 guruşa yükselir. Kağıt para bu şekilde değer kazanmaya devam ederken, İstanbul’dan, Dahiliye ve Maliye Nezaretlerinden tepki gelir. Dönemin hükümeti bu şekilde vergi toplanmasına karşı çıkar. 
Halil Paşa vergi toplama uygulamasının bu haliyle devam etmesi için Dahiliye ve Maliye’ye yazı yollar. Paşa’nın isteğine yanıt verilmez. Osmanlı banknotun yeniden değerini yitirmeye başlar ve topraklarını da.
Kaynaklar: I-ATASE Arşivi, II-Orhan Avcı, Irak’ta Türk Ordusu 1914 - 1918, Vadi Yayınları, 1.Baskı, Ocak 2004.
III-Yana Milli Yul Dergisi, Berlin, 1932, Sayı:2. “Arap alfabesiyle Tatarca yazılmış metni çeviren Kazan Müslümanlarından İlyas  Miftakhov’a teşekkürler.”



Mehmet Poyraz - mehmetpoyraz01@gmail.comSEBİLÜRREŞAD DERGİSİ - KASIM 2018 SAYI:1034

17 Ekim 2018 Çarşamba

Acılarını mutlulukla kaleme alıyor


Üniversiteden sonra bir kitabı olmasını çok ister. Fakat daha buna zaman vardır ve kendisini hazır hissetmez. Daha çok okuması gerektiğini düşündüğünden yazmaya eli gitmez. Öğretmenlik mesleğine başlamasının ardından denemeler ve şiirler kaleme alır. Edebiyat yayınlarında yazdıklarının bir bölümü yayınlanır. Okuduklarına ve gözlemlediklerine dair notlar tutmaya, şiirler biriktirmeye başlar.

Her daim güler yüzlüdür…
Konuşmalarına dikkat eden, cümlelerini özenle seçen Gurbet Duymuş’u tanıdığımda dedim ki, “Bir öğretmene, mesleği ancak bu kadar yakışır”. Mesleğini, yaşamını idame etmek için değil de kendisine yaşam boyu verilmiş bir vazife gibi görüyordu.
Kültür-sanat adına düzenlenen “Türkiye hepimizin, Türkçe hepimizin” vurgulu etkinliğin fikir sahibi ve koordinatörü idi. Daha başlamamıştı etkinlik. Gurbet Hanım oradan oraya koşturuyor, hazırlıkları, çalışmaları kontrol ediyor, bir aksilik çıkmaması için gayret gösteriyordu. Endişeliydi de biraz, her şey yolunda olmalıydı. O koştururken, ben hiçbir şey yapmadığım halde yorulduğumu hissettim. Heyecanlı ve telaşlı haline, koşturmasına bakan insan, ister istemez kendini yorulmuş hissederdi. “Onun yorgunluğunu başka bir insan neden hissetsin?” diye soracak olursanız, cevabını da vereyim: Elbette bunun nedeni, yaymış olduğu enerjiydi. İnsanlarla kurduğu iletişim mükemmel ötesidir.
Konuşmasına yüz ifadesini de yakıştırıyordu. Her insan bunu yapamaz.
Kendini eğitime, edebiyata, sanata adayan; bir yandan okuluna, öğrencilerine koştururken diğer yandan da edebiyat alanında çalışmalar yürüten Türkçe öğretmeni Gurbet Duymuş, 1976 yılında, Manisa’nın Salihli ilçesinde dünyaya gelir. Liseyi bitirene kadar, Bozdağların sırtındaki Salihli’de yaşar.
Yaşadığı ev yöreye özgü klasik, tek katlı ve bahçeli idi. Anne ev hanımı, baba işçidir. Hafta sonları yaptırılan banyolarda başına sabun ve su tası yiyen nesilden olan Gurbet Hanım, soba üstündeki güğümü de son defa ailesinin evinde görür. Çocukluğunda ne zaman yağmur yağsa, ayak yalın evden dışarı çıkar, öylesine dolaşır.
Evde olmadığı fark edilince ailesi dışarı çıkıp çamurdaki çıplak ayak izlerini takip ederek bulur kendisini.
Kendisinden sonra dört fert daha katılır aileye. Kardeşlerinin ikisi kız, diğer ikisi erkektir. Sokakta arkadaşlarıyla yorgunluktan bitap düşene kadar yakan top oynar, arada kardeşlerine de bakardı. Kardeş önemliydi.

İlk ödül:
Binlerce adım gibi…
Yazmaya çok küçük yaşta heveslenir. İlkokul yıllarında, Kütüphaneler Haftası kapsamında Manisa ili genelinde düzenlenen kompozisyon yarışmasında birinci olur. İl birincisi olduğunu, sabahleyin “Andımız” yemininden sonra okulun müdür yardımcısı mikrofonla açıklar. Birinci olduğunu duyar duymaz bin bir hale bürünür; heyecanlanır,  utanır, kıpkırmızı olur, elleri ayakları titrer...
Müdür Yardımcısı Burhanettin Bey kendisini kürsüye davet ettiğinde, o kısacık birkaç adımlık mesafe, Gurbet Hanım’a binlerce adım gibi gelir. Yarışmaya son anda, öğretmeninin desteğiyle katılmıştır:
“Kendi başıma yazdığım, ilkokul öğretmenimin yarışmaya katılma süresinin dolmak üzere olduğu bir zamanda fark ettiği, benim de son anda temize çektiğim kompozisyon, il birinciliğine layık görülmüştü. ‘Okulumuzun öğrencisi Gurbet Oral, kompozisyon dalında il birincisi olmuştur’ açıklamasını duyduktan sonra öyle bir heyecanlandım ki, o anı ömür boyu unutamam. Belki de edebiyat öğretmenliğimin temeli bu yarışmadır. Belki de öğrencilerimi yazmaya sürekli teşvik edişim bu yüzdendir.”
Oturdukları mahallede bulunan halk kütüphanesi onun için bir şanstır. Kitap alamasa da dert etmez; yanı başlarında kütüphane vardır. Roman, hikâye, dergi, şiir, ne bulursa okur. Bir gün komşuları, evde bulunan eski gazete ve dergileri evin önüne bırakır. Bunları görür ve alır, eve getirir. Evin avlusundaki merdivene dizer dergi ve gazeteleri, başlar tek tek okumaya. O esnada da öğretmeni kendisini fark eder. Tam yarım saat Gurbet Hanım’ı izleyen öğretmeni, bu anları, ertesi gün sınıfta bütün çocuklara anlatır. Bundan mutluluk ve gurur duyan Gurbet Hanım, kendisini daha çok okumaya verir. Öğretmeni de teşvik etmeye devam eder. Kitap konusunda tavsiyelerde bulunur.

Tavan arasında…
İlkokulu bitirdiğinde, babası ortaokula göndermeyeceğini söyler. Buna çok üzülür ve içerler. Aklınca ailesinden intikam alacaktır.
Evden kaçar. İki gün ararlar kendisini. Bulamazlar hiçbir yerde. Evden kaçmıştır, fakat uzağa gitmemiştir. Tavan arasında kalır ve burada kendisini gizler. El ayak çekildiğinde aşağıya iner, ekmek yiyip su içtikten sonra tekrar tavan arasına çıkar. Ailesinin bundan haberi olmaz. Ev halkı perişan olur.  En sonunda babasının, kızının eve dönmesi halinde ortaokula yazdıracağını işitir ve aşağıya iner.
Liseye kadar Salihli’de yaşar. Üniversite eğitimi için Trabzon’a gider. Karadeniz Teknik Üniversitesi Fatih Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliği Bölümü’nü bitirir. Aslında avukat olmak ister. Baba avukatlığa karşıdır. Öğretmenliği tercih eder.
Üniversitede dört yıl derslerine giren Prof. Dr. Nazan Bekiroğlu’ndan edebiyata dair kıymetli bilgiler edinir. Edebî kimliğinin şekillenmesinde Nazan Bekiroğlu önemli rol oynarken, fikir ve dünya görüşünün şekillenmesinde Prof. Dr. Osman Kemal Kayra önemli bir isimdir.
Üniversiteden sonra bir kitabı olmasını çok ister. Fakat daha buna zaman vardır ve kendisini hazır hissetmez. Daha çok okuması gerektiğini düşündüğünden yazmaya eli gitmez. Öğretmenlik mesleğine başlamasının ardından denemeler ve şiirler kaleme alır.
Edebiyat yayınlarında yazdıklarının bir bölümü yayınlanır. Okuduklarına ve gözlemlediklerine dair notlar tutmaya, şiirler biriktirmeye başlar. Yazmak için iyice pişmenin gerekli olduğuna inanan Gurbet Duymuş’un, çevresinin de etkisiyle, tuttuğu o notlarından ve şiirlerinden oluşan Ruhumun Perdeleri adlı ilk kitabı 2017 yılında okuyucusuyla buluşur.[1]
Şiir ve yazılarında bir arayış, bir kayboluş ve sonunda inanca sığınarak korunaklı bir yuvaya varış duygusu sezilir. Şiirlerinde tasavvufî bir sığınış gözlemlenen Duymuş, mısralarıyla kalemin limanlarına sığınmakta ve sükûnu Âlemlerin Sahibine adanmakta bulmaktadır:
Ruhumdaki o büyük cendereyi/Sükûna erdir, ey Âlemlerin Sahibi![2]
Kitapta yer alan yazılarında ve şiirlerinde yaşamından kesitlerde sunar. Kelimeler şiirinde, kelimelerin inanç yolunun bir basamağı olduğuna vurgu yapar.[3]
Okumak başlıklı anı türü yazısında, okumanın büyülü bir dünya olduğundan ve çılgınca okuduğundan bahseder.[4] Sıkıntılarını kitaplar sayesinde atlattığını, okuduğu kitaplar sayesinde zenginleştiğini ve bu yüzden yokluğu hiç hissetmediğini anlatır.

Ruhun dua hali…
Türkçem adını verdiği yazısında Türkçeyi konu eder.[5] Ona göre Türkiye’de yaşayanlar, ırk ayrımı yapmadan güzel Türkçe konuşmalıdır. Türkçeyi “duru su” olarak tarif eder; aziz ve mübarektir Türkçe:
“Onunla dile gelir aşkım, onunla dile gelir bayrağım. Vatanım onunla dile gelir. Ecdadım, geçmişim, geleceğim; ben onu sonsuza kadar seveceğim. Her ne kadar her tabelayı İngilizce istila etse de, her ne kadar başka dillerle kirletilse de, her ne kadar onu yıpratmak için oyun oynansa da ben Türkçe düşüneceğim, ben Türkçe rüyalar göreceğim, ben Türkçe şiirler söyleyeceğim. Türkçe yazılar kaleme alacağım ve ben son nefesime kadar Türkçe türküler söyleyeceğim.”
Dalgalar yazısında okurlarını denizin kıyısına götürür.[6] Hangi deniz olursa olsun, satırların okuyucuları o sahildedir. Kıyıya vuran dalgaları, özlediğine kavuşan insana benzetir:
“Sahille öpüşen, kucaklaşan, sevişen dalgalar; ebedî kavuşmanın iştiyakı değil midir? Ta ötelerden çılgınca kopup gelen dalgalar kıyıya varana kadar öfkesi yavaş yavaş dinen ve sonunda özlediğine varınca her şeyi unutan insanın ruh hali değil midir?”
Adını taşıyan dörtlükte özleme dair duygularına yer verir.[7] Gurbette oluşu ruhunu çürütmektedir:
“Gurbet
Tahammülsüzüm bu akşam yine
Cismim burada ruhum ötelerde
Özlem denen bu merette
Ruhun milim milim çürümekte”
Gurbet Duymuş, kitabındaki bir başka şiirinde korkuyu “görünmeyen acı” olarak tasvir eder.[8]
Korkularım dediği şiiri:

“Korkularım
Koşup giden, koşup gelen
Korkularım
Üstüme gelen
İdam ilmeğini boynuma geçiren
Korkularım
En zayıf yerimden vuran
Acıyan yanlarım
Ah, beni yok eden korkularım!
Hassas noktalarım
Derim yanlarım
Sakladığım görünmez acılarım
Korkularım…”

Acılarını mutlulukla kaleme alan Gurbet Duymuş’a yazmanın ne olduğunu sorduğumuzda, “Ruhun dua halidir” diyor ve şöyle devam ediyor:
“Yazmak, bir çeşit ruhun dua halidir ve mütevekkil bir şekilde kendini duyurma şeklidir, varlığın ‘Ben de buradayım’ kaygısıyla kaleme sarılıp âlemde bir nokta olma çabasıdır. Özgürce, sınırsızca, kural koymadan, bağıra çağıra, vura kıra, duygularını haykırarak yazmak... Sınırlarınızı yıkıp sonsuz kelimeler ülkesinde özgürce yazmak... Ruhunuzda biriken öfkeyi, kaygıyı, acıyı, cerahati bu yolla sayfalara aktarmak...
Kâğıdın kirlenmesine, açılmasına, sevinmesine, ağlamasına, coşmasına izin vererek yazmaktır. Bunları paylaşmak istemiyorsanız, başka! Ama içsel anlamda müthiş bir rahatlama hissedersiniz. Hele paylaşırsanız, emin olun, tüm mesajlar yerini muhatabını buluyor ve gizli gizli okuyan, takip edenler, eminim çok mutlu oluyor. İşte yazmak, bu noktada çevreden, insanlardan ve hayattan intikam almaktır! Acıların, üzüntülerin ve sevinçlerin, heyecan ve çılgınlıklarınla hayata hem dört elle sarılmak, hem de varlığını sahneye yansıtma sanatıdır.”
Yazma gayesini, “Yazayım ki sızılarım dine, gönlüm dinlene, kalemim insanlara merhem olup dertlere derman, ruha şifa eyleye!” diye anlatan Duymuş, ruh yangınının kalemidir adeta. Yazar, zaman zaman yeryüzünde söylenmemiş söz kalmadığına dair kaygılar taşır, yazdıklarını gün yüzüne çıkarmaktan korkar. Bunu, “Söylenmemiş söz kalmadı yeryüzünde, kelimeler çaldım bilinmez kelamistanlardan” ifadesiyle dile getirir.
Kitabında, “Yazmak da bir çeşit ibadet değil midir?” şeklinde bir soru yöneltir ve şöyle yanıtlar:
“Vicdanımızın sadakası, ruhun fitresi, imanın zekâtı…”[9]



[1]-Gurbet Duymuş, Ruhumun Perdeleri,Progo Ajans Yayınları, Ankara 2017.

[2]-age., s.22.

[3]-age., s.60.

[4]-age., s.72.

[5]-age., s.31.

[6]-age., s.46.

[7]-age., s.26.

[8]-age., s.15.

[9]-age., s.12.

..............................
MEHMET POYRAZ
SEBÎLÜRREŞAD DERGİSİ, EKİM 2018, SAYI:1033, S.28,29


Sovyet tarımından Kara Cuma’ya


Türkiye’deki tarım politikasına alternatif olarak, çürümüş Sovyet sistemini ısıtmaya çalışanların görüşlerine kısa bir reddiyedir bu yazı.
1917’nin sonlarına doğru Çarlık Rusya’sı topraklarında Ekim Devrimi gerçekleştiğinde, ülke, dünyanın en fakir ülkelerinden biridir. Bolşeviklerin gerçekleştirdiği Ekim Devrimi’nin etkisiyle Rusya, yaklaşık dört yıl sürecek olan korkunç iç savaşın içinde bulur kendini.
Köylü ve işçi sınıfının ayaklanmasından birkaç ay sonra, 1918’in ilk aylarında başlayan ve 1922’nin sonlarına doğru biten iç savaşta, o güne kadar ülkede görülmeyen bir açlık yaşanır. Savaşan taraflar tahıl tarlalarını ateşe vermekten bile çekinmiyordur. Kıtlık o derece kötüdür ki, kimi bölgelerde yamyamlık da görülür. Hatta o yıllarda Kurtuluş Savaşı veren Anadolu insanları, Rusya Müslümanlarına ellerinden geldiğince gıda yardımında da bulunurlar.
İç savaş bitip Rusya bölgesinin monarşi rejimi Sovyet Sosyalist rejimine evirildiğinde, ülke açlıktan daha yeni yeni kurtuluyordur. Zira daha iç savaş bitmeden 1921 yılında Bolşevikler, yaşanan kıtlık sorununa çözüm yolu ararken, bu yönde ekonomi politikası geliştirmeye başlamışlardır.
1928 yılında Sovyet Rusya’da uygulamaya konulan birinci beş yıllık kalkınma planı, dört yıl üç ay gibi bir sürede tamamlanarak amacına ulaşır. Sanayi üretimi yüzde 273 oranında artmıştır. 30’lu yıllardan itibaren ise Sovyetlerde tarımın kontrolü yüzde yetmiş civarında devletin kontrolündedir. “Kolhoz” adı verilen tarım işletmelerinde insanlar çalışıyor, ülkenin kalkınmasına katkı sunuyorlardır. Aynı zamanda çalışma kampı ve sürgün yeri görevi de gören kolhozlardaki insanların çoğu Müslümandı. 1929’da dünya genelinde baş gösteren ve adına “Büyük Buhran” denilen ekonomik kriz ülkeleri perişan ederken, Sovyetler zengin bir ülke yolunda ilerlemeye devam ediyordu.
“Sovyetler sanayide nasıl güçlendi ve zengin oldu?” sorusuna vereceğimiz cevap, çok kısa ve nettir. Sanayinin artması adına, dışarıdan hammadde alma uğruna, dönemin Moskova yönetimi bereketli topraklar üzerinde akıl almaz kararlar verdi. Bu topraklar, daha çok Müslümanların yaşadığı Türkistan topraklarıydı. Tarım politikaları öyle korkunçtu ki, bugün dahi izleri devam eden çeşitli doğal afetlerin temelini o yıllarda atmışlardı. Dönemin en kıymetli ürünü anlamında ve bir tür beyaz altın olan pamuk üretimi için nehirlerin yolunu değiştirdiler, gölleri kuruttular ve yüzlerce, binlerce su kuyusu açtılar. Bu saydıklarımızdan dolayı bölgede, özellikle Fergana’da heyelanlar yaşanıyor.
Pamuk üretip satıyorlardı, karşılığında sanayilerini, ağır sanayilerini, silah sanayilerini geliştiriyorlardı. Sovyetlerin doyumsuz şekilde sürdürdüğü tarım politikası, 40’lı, 50’li ve 60’lı yıllarda da devam etti. Tarım politikaları, tamamıyla kalkınma politikaları üzerine kuruluydu. Özellikle 50’li yıllardan itibaren ülke daha iyi bir şekilde kalkınmaya devam etti. Teknolojide ilerlediler. Uzaya bile gittiler. O yıllarda hançerlenen bölgenin tabiatı, bugün hâlâ yaralı. Tedavisi yok!
Yukarıda bahsettiğimiz kolhozlara gelince… Sovyetlerde, kolhozlar üzerinden başka bir şeye daha imza atıldı. Adına “Kara Cuma” dediler. Bugün hâlâ çıkmaya devam eden ve Moskova merkezli yayınlanan Konsomolskaya Pravda gazetesinin 8 Ocak 1959 tarihli baskısında, “Kara Cuma” isimli bir makale yayınlanır. Söz konusu makalede, kolhozlarda çalışan Müslümanların dinî vecibelerini yerine getirmelerinden yakınılarak, bunun ülke ekonomisine verdiği zarardan bahsedilir. İki ay sonra bu makaledeki ifadeler Sebîlürreşad’da yer bulur. Köylerde hızla yayılmaya başlanan dinî merasimlerden Sovyetlerin endişe ettiği belirtilirken, Müslümanların Cuma gününe Bolşeviklerin “Kara Cuma” diyerek saldırdığı ifade edilirken, makaleden de şöyle bir alıntı yapılır: “Dinî bayramlar, bazı kolhozların kalkınmasına mani oluyor. Kolhozcular geziyor, iş yapılmıyor.”
Sovyet tarım politikasının neticesinde ortaya çıkan Kara Cuma, bugün, Batı’da coşkulu şekilde “alışveriş bayramı” adı altında kutlanıyor. Sadece Batı mı? Aynı uygulamanın Türkiye’de de hayata geçirildiğini anlatmamamıza gerek yok sanırım.

MEHMET POYRAZ 
SEBÎLÜRREŞAD DERGİSİ, EYLÜL 2018, SAYI:1032, S.16

9 Ağustos 2018 Perşembe

Sebîlürreşad’ın 110.Yılı


Yeniden yayınlanma süreci ve yayına nasıl başlandı?

2014’ün baharı, Ankara’da, Kaptanpaşa sokakta, Mehmet Âkif Fikir ve Düşünce Derneği’ndeyiz.  Fatih Bayhan ile Mehmet Âkif, Sıratımüstakim ve Sebîlürreşad üzerine sohbet ediyoruz. O gün bir şey fark ediyoruz ki; Mehmet Âkif’i ilk ve en detaylı olarak ikimiz de aynı kişiden öğrenmişiz. Ali Hoca, ilkokulumuzda, bizim değil, başka bir sınıfın öğretmeni idi. İlgili öğrencilere, okulun bahçesinde, fazla konuşulmadığı dönemde Âkif’i anlatırdı.
Bayhan ile sohbetimiz, Sebîlürreşad’ın yeniden yayınlanması konusuna geldi. Bunu uzun uzun konuştuk. Aslında pek konuştuk da diyemeyiz. O anlattı, ben dinledim çoğunlukla. Derginin yeniden çıkarılma fikrinin kendi zihninde yıllardır dolanıp durduğundan bahsetti. Ankara’ya ilk geldiği günlerden itibaren Sebîlürreşad’ı yeniden İslâm coğrafyasına kazandırma arzusunda olduğunu anlattı. Bunları yapabilmek için de kendisinin kitap projelerinin bitmesi gerekiyordu. Yazacaklarını sıralamıştı. Yol haritası çizmek önemlidir. Kişiyi, kısa yoldan hedefine götürür. Önceden çizilen yollar daha sağlıklı sonuçlar verir.
İlk Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra, derginin yayınlanma konusunu tekrar masaya yatırma kararı aldık. Milletin ilk defa oylarıyla Cumhurbaşkanı seçtiği seçimler sonrası yine görüştük. Derginin yayın politikasını iyice analiz eden konuşmalar yaptı. “Biraz hazırız yayına”, dedik. “Başlayalım mı?”, diye kendi içimizde sorgularken, Bayhan’ın kitap ve araştırma projelerinin daha bitmediği düştü önümüze. “Acele etmeyelim, bir süre daha hazırlık yapalım”, dedi. Bir yandan da derginin arşivini toparlıyoruz. Bunu yaparken de, okumalara geçmiştik. Kimi yazıları daha önce okumuştuk, yeniden okumamız ne kaybettirir ki? Aksine çok şey kazandıracaktı. Böyle yaparak, hem belleğimizi güçlendirmeye, hem de yayın politikasını hatmetmeye çalışıyorduk.
2015’in kışı. Derginin yayınlanması yine gündemdedir. Bu görüşmemizde hedefe az kaldığının düşüncesindeydik.Hazırlıklar sürüyor. Dergide yazan yazarların hayat hikâyesine kadar her şeylerini öğrenmiştik. En son 1966 yılında yayınlanan derginin yazarlarından geriye, günümüzde yaşayan Mehmet Şevket Eygi hoca kalmıştı. Onunla da görüşerek kendisinden yazı rica ettik. Yazabileceğini söyledi. Yine 2015 yılında derginin yayınlanma fikri iyice oturmuştu. Geriye, mekân ve matbaa ve dağıtım görüşmeleri kalmıştı. Bu yıl biterken, Bayhan iyice kararlıdır, dergi çıkacaktır.
Fatih Bayhan 2016’nın Ocak ayında, Ulus’ta, Anafartalar caddesinde, eski Ankara Adliyesi’nin tam karşısında yer alan ve 1923 yılında inşa edilen bir bina buldu. Tarihi binaydı ve hikâyesi de vardı. Üçüncü katını Sebîlürreşad’ın merkezi, yazıhanesi olarak düşünen Bayhan’a göre burası tam yeriydi ve olmalıydı. Milli Şairimiz Mehmet Âkif’in İstiklal Marşı’nı yazdığı Taceddin Dergahı’na, Hacı Bayram Camine, ilk Meclis’e ve bir dönem Ankara’da yayın hayatını sürdüren Sebîlürreşad’ın o dönemki adresine de çok yakındı. Mehmet Âkif ve Eşref Edib Beyler, kim bilir bu civardan kaç defa geçmiştir! Anafartalar caddesine sınır olan Denizciler caddesinde, yıllar önce Serdengeçti’nin de yazıhanesi vardı. Az ötede bulunan sinema salonundan, Necip Fazlı Kısakürek’in sesi geliyordu bazen. Sanki şiir okuyordu, “Sakarya”, diyordu. İskilipli Atıf Hoca’nın yargılandığı mahkeme karşımızda duran binada, idam sehpası da, arka tarafımızda, dört yüz – beş yüz metre ileride.
Yeniden yayın konusunda Âkif’in torunu Selma Ersoy Argon annemizin önemli desteği oldu. Niyeti öğrendiğinde, sevinmiş, heyecanlanmıştı. Yazı ailesinin en başında Selma annemiz yerini aldı.
Kiraya tutulan, ücreti bizzat Fatih Bayhan tarafından takdim edilen yazıhanenin tadilattan geçmesi şarttı.  Zemin berbat, duvarlar dökülüyordu. Camlar ve kapılar dâhil olmak üzere iyi bir elden geçmesi gerekiyordu. Bayhan, önce bu tadilat işine girişti. Tadilatlar para oldukça yapıldı. İlk geldiğimizde, her tarafı dökülen bir masa, oturdukça insanı “Kırılacak mı?” hissine kaptıran iki sandalyemiz vardı. İnternet ve telefon bağlantımız daha yoktu, olmasına da epey zaman vardı. Önce diz üstü bilgisayarlarımızla idare ettik. İnternete cep telefonlarımız üzerinden bağlandık. Bir süre böyleydik. Sosyal medyada paylaşımlar yaparak Sebîlürreşad’ın yeniden hayat bulacağını haber veriyorduk. İlk sosyal medya paylaşımı, Abdurrahman Dilipak ağabeyden geldi. Twitter üzerinden, 2016’nın Mart ayında derginin yeniden çıkacağını duyurmuştu.
Yeniden Sebîlürreşad’ın çıkacağı tarih 14 Ağustos 2016 olarak belirlendi. 14 Ağustos günü, 1908’de derginin ilk yayına başladığı tarihti ve bu özellikle esas alındı. Nisan ayından itibaren derginin teknik ve içerik çalışmaları başlamıştı. Derginin tasarımı nasıl olmalıydı? Bunun üzerine çok düşünüldü. Baskı öncesi provalar yapmaya başladık. Önceki yayınlar iyice incelendi. Bir de, benzer tasarım kimse de olmamalıydı. Özel olmalıydı.
Fatih Bayhan bir gün geldi, tasarımın nasıl olacağını hem çizerek, hem de anlatarak tarif etti. Anlattığı ölçüde provalar yapıldı. Sonunda, sizlerin de gördüğü gibi tasarım şekli ortaya çıktı. Tasarımdan söz açılmışken, İstanbul’daki bir okuyucudan bahsedeceğim; derginin içeriğinden ziyade tasarımı için aldığını söylemişti. Şaşırmıştım. “Nasıl yani?!”, diye sorduğumda, “Öyle işte tasarımı çok güzel ve sıra dışı”, demişti.
Mayıs ayının sonuna geldiğimizde, yazı kadrosu oluşturulmuş, tasarımı belirlenmiş, abone ve dağıtımının alt yapı çalışmalarını yürütüyorduk. İşte bugünlerde Fatih Bayhan’ın babası rahatsızlandı. Ramazan ayı idi, Haziran’dı.
Bir yandan memlekete gidiyor, babasının sağlığı ile ilgileniyor, diğer yandan da dergiyle meşgul oluyordu. Allah uzun ömür versin amcamızın sağlığı şu an iyi.
Bir ay sonra yeniden okuruyla buluşacak olan Sebîlürreşad’ın yıllar sonra çıkacak ilk sayısı için hazırlığa başladık. Her şey planlandığı gibi güzel gidiyordu. Bu arada da, Mart ayından Temmuz ayına kadar olan kısa sürede, yani dört ayda, yazıhaneye de dostlar gelmeye başlamıştı. Tebrik ediyorlar, hayırlı olmasını diliyorlardı. Bu güzel dostları burada tek tek belirtmeyi çok isterim, fakat bana ayrılan sütunlara isimlerini sığdırmam imkânsız. Hepsinden Allah razı olsun.
Heyecanımız en doruklarda, ilk sayının hazırlık telaşındayız. 15 Temmuz hain darbe ve işgal girişimi gerçekleşti. Sebîlürreşad ailesi meydanlarda ve sokaklarda. Daha ilk günün gecesinden, yazıhanemiz bu hain girişime karşı duranların karargâhı haline geldi. Dostlar Ankara’nın kritik bölgelerine dağıldılar, Genelkurmay, Zırhlı Birlikler ve Kızılay Meydanı. İlk aklıma gelen bunlar. Başkentin değişik bölgelerinde de hainlere karşı duruş sergileyen dostlar da vardı. Sebîlürreşad Yazıhanesi, o hainlerin eyleme geçtiği anlarda, bir mevzî, bir kale gibi olmuştu. Çok şükür, millet gerekeni yaptı, “Dur”, dedi. Şehitlerimizi rahmetle anıyorum.
Bu yıl, Sebîlürreşad’ın 110’uncu kuruluş yıldönümü. Yeniden yayınlanışının da üçüncü yılıdır. Ankara, Ulus’taki yazıhanemize üç yüz – dört yüz metre mesafede, Denizciler caddesi numara 7’de, dostlarımızın da gayretleriyle, beş katlı yeni mekân oluşturuldu. Bir aydır buradayız. Bin bir emek verdiğimiz yazıhanemiz bize artık küçük gelmeye başlamıştı. Kadromuzdan ziyade, gelen ziyaretçilerimizi ağırlayamaz durumdaydık. Bu yüzden büyük bir mekâna geçmemiz zorunluydu. Taşındık. Aklımız hâlâ ilk yazıhanemizde. Orayı da boşaltmaya kıyamadık. İmkân oldukça eski adresimizi de muhafaza etmeye çalışacağız. Temennimiz, daha çok uzun yıllar Sebîlürreşad’ın okurlarıyla buluşmaya devam etmesidir.

Mehmet Poyraz – Ağustos 2018, Sebîlürreşad Dergisi, Sayı:1031, s.16-17

31 Temmuz 2018 Salı

Yaşar Kemal röportajcılığı


Bir dönem kaleme aldığı röportajlarıyla da yazın hayatında iz bırakan Yaşar Kemal’in ilk gazete yazısı Memleket Mektupları başlığı altında 3 Temmuz 1951 tarihinde Cumhuriyet’te yayımlanır. “Diyarbakırdaki göçmen köylerini gezerken neler gördüm?” başlıklı ve röportaj türündeki yazısında, 1939 yılında Bulgaristan’dan Türkiye’ye gelen Türklerin yaşamlarını anlatır. Yaşar Kemal bu röportajıyla dikkatleri üzerine çeker. Kendine has üslubu ve betimlemeleriyle kelimeleri coşturur. Söz konusu yazı röportajdır ama bir roman edasında okunur satırlara dökülen duygular;
Kuşlar bile dökülüp kalıyorlar sıcaktan. Sivrisinek bulut misali. Su yok. Ambar çayının üstüne çeltik ekmişler. Çeltiğin ayakları çaya dökülüyor. Su, bu sebepten, sarı, zehir gibi akıyor. İçen bir daha doğrulamıyor. Gitti gider! Başka da su yok. Kuyuların suyu var ya, o daha kötü. hem de kuruyor. Hastalanmadık kimse kalmıyor göçmenlerden. Geldiklerinin birinci ayında 120 can veriyorlar kara toprağa. Herkes hasta, köy ıpıssız. Ölüleri bile kaldıran yok. Evlerde kokup kalıyorlar. Birinde iki gündür gömülemeyen bir ölüyü, köye yolları düşen iki ilkokul müfettişi defnediyor. Şumnu’nun, Deliorman’ın havası, sonra da Diyarbakır’ın çölü. Dayanılır mı? Bütün hata burada işte. Muhite intibak meselesi. Etütsüz, plansız bir yerleştirme. Ölenler ölüyor. Kalan sağlar da Köprübaşı’nı bırakıp başka yerlere göçüyorlar.”

Yaşar Kemal’in röportajlarını incelediğimizde, ne yazık ki günümüzde örneklerine fazla rastlamak mümkün değil. Röportajları soru-cevap şeklindeki söyleşi gibi değildi. Röportaj konusu nerede ve hangi şartlar da geçerse geçsin, bunu bir şekilde okura anlatır, okuyucuyu oralara alıp götürürdü. Betimlemeli yorumlar da içeren röportajlarında dikkat çeken bir ayrıntı ise “soruşturmacı gazetecilik” örneği sergilemesidir. Kimi zaman hükümeti göreve çağırır ve bazen de hesap sorar karşısındakine;
“Bu göçmen köylerinde yeni dikilmiş göz için arasan ağaç yok. Köyler çırılçıplak. Yahu dedim, şu köylere ağaç dikseydiniz elinizde mi kalırdı? Şimdiye kadar kocaman olurlardı. Bir yaşlı: Abe görürsün halimizi dedi, dururuz iğne üstünde. Sülersiniz hep büle. Etmişsiniz âdet. İğne üstünde duruyorlar, doğru. Ama dikseler iyi ederlerdi. Herhalde hükümet bunların dertlerine bir çare bulmalı.”[1]

22 Ağustos ile 2 Eylül 1951 tarihleri arasında yine Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan “Kaçakçılar” isimli röportajı için kaçakçılarla 25 gün geçirir. Kendisi kaçakçı kimliğine bürünerek dağlarda, sınırlarda onlarla beraber dolaşır. Kaçakçıların arasında adı Adanalı Hasan’dır. Onlarla kahvehaneler de vakit geçirerek; çay içer, oyun oynar. Kaçakçıların Jandarma ile girdiği çatışmaya bizzat şahitlik eder. Kaçakçılar arasında geçirdiği günleri gazetede olduğu gibi aktaran Yaşar Kemal, yirmi civarında kaçakçıyı da okuruna tarif eder.  Kaçakçılarla yaşadığı günleri ve röportajı 1975 yılında şöyle anlatır;

“Onların korkularına, acılarına, sevinçlerine, varlıklarına, yokluklarına katıldım. Bunca yıl geçti, 1951 yılında tanıdığım birçok kaçakçıyla yakın dostluğum sürer gider. Benim kaçakçı değil de gazeteci olduğumu öğrendikten sonra bile benimle ilişkilerini kesmediler. Şimdi bir geceyi anımsıyorum, kilometrelerce bir kayalık yolu aşarak, sırtımda ağzına kadar doldurulmuş bir çuvalla canım çıkarak, korkarak, ödüm koparak, kaçakçılarla sırtımızdaki çuvalları taş yığınlarına saklayışımızı… anımsıyorum. Bunca yıl nasıl unutmamışım. Bunun önemli bir sebebi olacak. Hiçbir röportajımda bir tek not almadım. Ne bir sözcük, ne bir çizgi. Hiçbir zaman yanımda kalemim olmaz ki. Adres yazmak için bile.”[2]

Röportaj edebiyatın bir dalıydı onun için, tespih taneleri gibi kelimeleri öyle özene bezene yan yana diziyordu ki; bahsi geçen konunun yanı sıra bir de tarif edilemez apayrı hava yaratıyordu. Dilindeki, üslubundaki akıcılık eserlerinde olduğu gibi röportajlarına da yansıyordu. Sanki alfabede ki tüm harflere can veriyordu, onlarla dost oluyordu. Milliyet Sanat dergisinin 1975 yılındaki Ağustos ayında çıkan ve röportaj soruşturması dosyalı sayısında, röportajın bal gibi edebiyat olduğunu savunur;

“Röportaj bir edebiyat sayılabilir mi? Bu soruyla çok karşılaştım. Röportaj bir edebiyat dalı sayılmak ne, röportaj bal gibi edebiyattır. Onu haberden ayıran nitelik onun edebiyat gücüdür. Haber bir yaratma değildir, bir taşımadır. Aslında röportaj, taşına anlamına geliyor ya yanlış, o taşıma olan haberdir, hem de en gerçek anlamıyla. Röportaj bir yaratmadır. Gerçeğe, gerçeğin, yaşamın özüne yaratılmadan varılamaz. Yaratmadan hiç kimse hiçbir şekilde gerçeği yakalayamaz, yakalasa da karşısındakine anlatamaz. Haber gerçek değil mi, bence haber gerçeğin simgesidir. Haberin arkasında neler var, neler dönüyor, ne yaşamlar, ne dramlar, sevinçler var, haber bunu bize veremez. Röportaj haberin varamadığı yere varandır, nasıl, yaratarak, gerçeği değiştirerek değil, yaratarak.”

2013 yılında da röportajı anlatırken yukarıdaki ifadelere benzer cümleler kurar. Vietnam Savaşı’nın korkunçluğunu haberlerden değil, bölgeyle ilgili yapılan röportajlardan öğrendiğine dikkat çeker;

“Röportaj bir sanat, bir edebiyat türü, bir yaratma eylemidir. En az romanlarım kadar röportajlarıma emek verdim. Hatta romandan daha çok önem verdim; çünkü yeni bir şey yapıyordum ben. Avrupa bile konuşmadı bunu. Ben röportaj yaptıktan sonra Fransa'da 'Yaşar Kemal röportajı yeniden yarattı,' diyorlardı. Kitaplardakinden daha çok röportaj yazım var, ama ben de bilmiyorum neredeler. Ben Vietnam Savaşı'nı ne haberlerden, ne de bilimsel araştırmalardan öğrenebildim, daha da ileri gidersem, televizyon filmlerinden de öğrenmedim, ancak Vietnam Savaşı üstüne birkaç röportaj okuyuncadır ki bu korkunç savaşın dehşetine varabildim.”[3]

Çalıştığı gazete de son iki röportajında ses kayıt cihazı kullandığını, bunu da ne için yaptığını hatırlamadığını söyleyen Yaşar Kemal, kendisiyle röportaj yapmak isteyen gazetecilere kâğıt ve kalemi şart koşmasıyla da bilinirdi. Ses kayıt cihazlarına şiddetli şekilde karşıydı. En hoşlanmadığı röportaj türü ise tek kelimelik soru-cevaplardı. 90’lı yılların başında bu tür gazetecilerde biraz popülerdi. 1991 yılında kendisiyle tek kelimelik soru-cevap şeklinde röportaj yapmak isteyen gazeteci Abdulkadir Kaçar’ı kibarca, kendine özgü tavır ve sevecenlikle reddeder. Gazeteci Kaçar, üzülmez bu ret cevabına, kitaplarını severek okuduğu, çocukluğunun 60’lı yıllarında radyoda seslendirilen eserlerini heyecanla dinlediği, Hürriyet gazetesinde resimlendirilen İnce Memed romanını zevkle takip ettiği büyük ustayla bir araya gelmenin mutluluğunu yaşamıştır.

1980’li yıllarda Yaşar Kemal ile röportaj gerçekleştiren gazeteci Süleyman Canbolat anlatıyor;

“Edebiyatın yanı sıra röportajında ustasıydı. Böyle bir ismin yanına gazeteci olarak gitmek beni heyecanlandırdı. Soracağım soruları önceden yazıp not aldım. Teyp ve ses kayıt cihazını meslek hayatım boyunca kullanmadım. Yaşar Kemal’in yanına gittiğimde de her zaman yaptığım gibi, ara başlıkları not alıyordum, geri kalanlar hafızamdaydı. Ara başlıkları not aldığımı fark eden büyük usta, kâğıdı ve kalemi bırakmamı isteyerek; ‘Gazeteci her şeyi kâğıda yazarak not almamalı, beynine yazmalı, ezberlemeli, hafızasında tutmalı birçok şeyi’ demişti. O görüşmemizden tam 6 gün yayımlanacak çok güzel bir röportaj çıkmıştı.”

Röportajlarında çocukları da ihmal etmez. Onları da anlatır bol bol. Bu çocuk ya doğrudan gözlemlediği biridir, ya da röportajdaki başkişinin çocukluğudur. Annesi ile birlikte Ankara’da yaşayan yetim Oğuz’un hüzünlü maceraları, Yaşar Kemal’in kelimeleriyle okurla buluşur;

“Trenlere bindi çocuklarla birlikte, parası olmadığını, biletsiz olduğu anlayınca trenciler onu oyuncak trenden indirdiler. Kayıklara bindi gene indirdiler. O gene kaçak, trenlere bindi, gene kayıklara bindi. Gene bir yolunu buldu, dönme dolaplara atladı. Atlı karıncaları seyretti. Bir daha da Gençlik Parkı’ndan ayrılmadı. Her sabah doğru gençlik Gençlik Parkı’na… Gün akşam oluncaya kadar. Bazı bazı Gençlik Parkı’nda gece yarılarına da kadar kalıyordu. Anası onu dövüyordu öldürüyordu ama o pahasına olursa olsun Gençlik Parkı’nı anasına söylemiyordu.”[4]



[1] - Kemal, Yaşar. Diyarbakırdaki göçmen köylerini gezerken neler gördüm?, Cumhuriyet, 03.07. 1951
[2] - Milliyet Sanat Dergisi, Röportaj Soruşturması, Ağustos 1975
[3]- Kayayerli, Damla. Sahi neydi röportaj?, Sabah, 03.03.2013[4] - Kemal, Yaşar.  Gençlik Parkında yepyeni bir dünya bulmuştu, Cumhuriyet, 06.10.1975


Bestami Yazgan’ın yolculuğu ve memleket sevgisi

"Bestami Yazgan’ın yolculuğu ve memleket sevgisi" başlıklı yazım, Türk Dili Dil ve Edebiyat Dergisi'nin Temmuz 2018 sayısında yer almıştır. Yazının bağlantısı aşağıdadır...

Mehmet Poyraz • Bestami Yazgan’ın Yolculuğu ve Memleket Sevgisi

Milli Mücadele döneminde Sultan Galiyev


Galiyev, Mustafa Kemal ve Enver Paşa ilişkisini sorgularken, Mehmet Âkif Ersoy’un “Bolşevik çağrısı” olarak yıllardır dillendirilen Nasrullah Paşa Camii’sindeki vaazında bulduk kendimizi…


Rus İmparatorluğu’nun çöküşü 1917’nin ilk günlerine rastlar. İmparatorluğu yöneten Çar II.Nikola aynı yılın Mart ayında tahttan indirilir. Bu süreç Şubat Devrimi olarak bilinir. Yine 1917 yılının sonlarına doğru, Sovyetler Birliği’nin kurucularından Lenin’in “Tarihin hızlandırılmış hâli” olarak tarif ettiği Ekim Devrimi sürecine girilir. 6,7 ve 8 Kasım 1917 tarihlerinde Rusya’da ihtilal gerçekleşir. Lenin ülkedeki bütün halklara “kendi kaderlerini belirleme hakkı” çağrısında bulunur. Çoğu Müslüman olan bu halklar Lenin’in çağrısına inanır ve yeni rejim Bolşevizm etrafında toplanmaya başlar.
1918’in Ocak ve Şubat aylarında Müslümanların iki lideri, ülkenin geleceği hakkında söz sahibi olur. Bu isimler Molla Nur Vahidov ve Sultan Galiyev. İç savaş esnasında Vahidov Çarlık yanlısı güçler tarafından idam edilir. Geriye Galiyev kalır.
Bölge Müslümanlarının kaderi Sultan Galiyev’in ellerindedir. Marksisttir. Dolayısıyla da komünisttir de. İslâm’ı Marksistleştirmez, aksine Marksizmi İslamlaştırır. Milli ve yerli düşünceye sahiptir. Bunu da İslam’ın Marksist haliyle açıklar. İlk başta bunu kimse anlamaz, anlamakta istemez… Kendilerine vaat edilen bağımsız İslâm ülkesini Moskova’dan isteyen Sultan Galiyev, Stalin’in emriyle kurşuna dizilerek idam edilir. Suçu; “Pantürksist ve Panislamist” fikirlere sahip olmasıdır. 1950’li yıllarda Batı tarafından keşfedilir Sultan Galiyev. Yaşamı ve fikirleri gündeme getirilir. Garip biçimde ilk başta Türkiye’de pek kimse sahip çıkmaz. Sonra kimileri Türkiye’de milliyetçi yapar Galiyev’i, kimileri de komünist. Stalin taraftarı solcular onu Sovyetlere göre vatan haini gördüklerinden kabullenmez. 60’lı yıllarda Galiyev’e milliyetçi diyen Aclan Sayılgan, vefatına yakın zamanda yanlış anlattığını itiraf eder. Galiyev hakkında kitaplar ve makaleler yazılır. Konuları ve içeriklerin çoğu birbirine yakındır. Sultan Galiyev hakkında Sebîlürreşad’da çıkan yazılardan kimse bahsetmez. Türkiye’de öyle bir anlatılır ki; Sultan Galiyev, Mustafa Kemal Atatürk ve Enver Paşa’nın fikirleri arasında bağ kurulmaya çalışılır. Sultan Galiyev, tam da unutulmaya başlandığı bir dönemde, Sebîlürreşad Ocak 2017 sayısında kapağa taşınır. Tekrar gündemdedir artık. Hakkındaki kitaplardan ikisi yeniden baskı yapar. Dönemle ilgili yazılı çalışmalar artar.
Sebîlürreşad Genel Yayın Yönetmeni Fatih Bayhan ile beraber Sultan Galiyev’in yaşamını ve davasını anlatan kitap çalışması hazırladık. Kitap bir buçuk yıla yakın bir zamanda tamamlandı. Şu an son kontrolleri yapılmakta ve az bir zaman sonra okurla buluşacak.
Az önce bahsettiğim gibi, Sultan Galiyev, Mustafa Kemal Atatürk ve Enver Paşa’nın fikirleri arasında benzetmeler yapılmaya çalışılmıştır. Bu benzetmelerde ise geçerli bir bilgi ve belge yoksun kalmıştır. Varsayımlarla hareket edilmiştir. Kitapta bu üçlünün ilişkilerini ve fikir dünyalarını belgelerle anlattık. Galiyev, Atatürk ve Enver Paşa ilişkisini sorgularken, Mehmet Âkif Ersoy’un “Bolşevik çağrısı” olarak yıllardır dillendirilen Nasrullah Paşa Camii’sindeki vaazında bulduk kendimizi. Milli Mücadele dönemini ve Mehmet Âkif’i de, Sultan Galiyev kitap çalışmamızda farklı bir bakışla anlattık. Kitap çalışmasından alıntılarla yazımızı sonlandıralım;
“Dininin gerekliliğini bütünüyle yerine getiren baba, oğlu Galiyev’i de ihmal etmez. İslamiyeti iyi bir şekilde tanıması için elinden geleni yapar, muazzam şekilde din eğitimi almasını sağlar. Çok uzun yıllar sonra Galiyev, çocukluğunda aldığı dini eğitimden bahsedecektir.”
***
“Daha dün namaz sonrasında Çar Nikolay’a uzun ömürler dileyerek dua eden mollalar, daha dün Nikolay’a sadakat telgrafı gönderen zenginler, daha dün Almanya ve Türkiye ile zafere kadar savaşmak lazım diye yazan muharrirler, işçilerle askerlerin yaptığı devrimin meyvelerini yemek için Bolşoy Tiyatro sahnesine çıkarak masa etrafına dizilip oturmuşlardı. Bu toplantıda Mollanur arkadaş böyle aldatmacalara karşı çıktı ve devrime hizmet edecek gerçek bir devrimci Müslüman örgütün kurulması gerektiğini bütün gücüyle dile getirdi.”
***
“Türkiye’ye karşı yapılan hareket, Türk-İngiliz veya Türk-Yunan hareketi değildir. Bu doğrudan doğruya İngiltere ile Rusya arasında bir mücadeleden ibarettir.”
***
“Moskova ile işbirliği yapılabileceğini, gerektiğinde onlardan yardımda isteneceğini belirten Mustafa Kemal, Bolşevik görüşün Rusya Müslümanları üzerindeki etkisini de incelemiştir; Bolşevikliğin şimdiye kadar ki gelişmesini, Kazan, Orenburg ve Kırım Müslümanlarındaki tatbikini tetkik ederek, bu doktrinin din ve an’anelere dokunmaması sebebiyle, memlekete zararı olmadığı neticesine vardık.”

Sebîlürreşad, Mayıs 2018, Sayı: 1028, S:16